15 Haziran 2021 DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan’ın 1. Olağan Posof İlçe Kongresi Konuşması

15 Haziran 2021

Posof 1. Olağan İlçe Kongresi

DEVA Partisi’nin değerli genel merkez kurul üyeleri,

Ardahan il teşkilatımızın ve Posof ilçe teşkilatımızın çok değerli başkanları,

Siyasi partilerin kıymetli temsilcileri,

Değerli teşkilat mensuplarımız,

Sevgili Posoflu gönüldaşlarımız,

Türkiye’nin farklı illerinden gelip bugün bizlerle beraber olan saygıdeğer konuklarımız,

Ulusal ve yerel basınımızın değerli mensupları,

Ekranları başında ve sosyal medya hesaplarımızdan bizleri izleyen tüm vatandaşlarımız;

Hepinizi en içten duygularımla selamlıyor, Posof ilçe teşkilatımızın birinci olağan kongresine hoş geldiniz diyorum.

*****

Bu vesileyle Posof ilçe teşkilatımızda görev alan ve görev alacak tüm yol arkadaşlarımıza da şimdiden başarılar diliyorum.

*****
Değerli arkadaşlarım,

Şu anda Ardahan’dayız. Ardahan’ın bu güzel ilçesi Posof’ta sizlerle beraberiz. Gerçekten ülkemiz dünyada eşi, benzeri görülmemiş güzelliklere sahip bir ülke. Bu ülkenin, bu vatanın her bir karışının kıymetini bilmemiz gerekiyor. Ama her bir karışının kıymetini bilmek kuşkusuz iyi bir güvenlikle, iyi bir güvenlik sistemiyle, iyi bir diplomasiyle, iyi bir dış ilişkilerle mümkün. Yine Ardahan’da en önemli geçim kaynağı Posof ve diğer pek çok ilçemizde tarım, hayvancılık. Biraz önce il başkanımız Ardahan ilinin geneliyle ve Posof’la ilgili detaylı sorunlardan bahsetti. Ben onları tekrar etmeyeceğim ama şunu da ifade etmek istiyorum ki geçen hafta biz DEVA Partisi’nin tarım politikalarıyla ilgili eylem planını açıkladık. Yani sadece bir parti programı açıklamaklayetinmedik tarım konusunda. Aynı zamanda seçimlerden sonra kurulacak hükûmetin ilk 90 ve 360 gününde neler yapacağımızı detaylarla ortaya koyduk. Ve bu açıkladığımız eylem planlarının ilkiydi. Yaklaşık 20 alanda eylem planlarını çalıştık, hazırladık ve önümüzdeki haftalarda peyderpey, peyderpey bunları inşallah açıklayacağız. Vatandaşlarımıza eylem planlarımızı duyuracağız.

Bu değerli arkadaşlarım, siyasi tarihimizde bir ilk. İlk defa bir siyasi parti takvime bağlanmış bir şekilde seçimlerden sonra iş başına geldiğinde ne yapacağını açıklıyor ve gün vererek açıklıyor. İlk 90 günde şunları yapacağız ve daha sonra ilk 1 yıl içerisinde şunları tamamlayacağız diye. Bu yaklaşım gerçekten çok kıymetli ve ülkemize önemli bir kazanım olacak inşallah. Tarımla ilgili sorunlar malum. Gerçekten girdi maliyetleri çok çok yükselmiş durumda. Şu anda gübre deseniz, ilaç deseniz, mazot deseniz, bunların fiyatlarının hepsi öyle devletin açıkladığı %16’lık enflasyonun çok çok üzerinde artmış durumda.

Yem çok çok artmış durumda. Bunların hepsini siz yaşıyorsunuz, görüyorsunuz. Ben tekrar bu sorunları, zaten bildiğiniz sorunları anlatmayayım. Zaten biliyorsunuz. Ama çözüm için ne yapacağız? Çözüm için işte bu tarım eylem planımızda çok detaylı maddeler var. Onlardan sadece birkaç tanesini ben hızlı bir şekilde ele alayım ki tekrarda fayda var.

Sadece birkaç hususa değineceğim. DEVA Partisi iktidarında neler yapacağız? Bakın öncelikle çiftçimizin ödediği mazot var ya mazot. O mazotun içerisinde bir ÖTV var, Özel Tüketim Vergisi. Biz bunun tamamını çiftçilerimize, hayvancılıkla uğraşan üreticilerimize aynen iade edeceğiz. Yani böylece mazot vergisiz bir şekilde çiftçimize ulaşmış olacak. Gübrenin, gübre maliyetinin tam yarısını, %50’sini biz devlet olarak karşılayacağız. Böylelikle gübre maliyeti çiftçimiz için yarı yarıya azalmış olacak.

Yem, yem maliyetinin %50’sine varan oranla destekle yine hayvancılıkla uğraşan üreticilerimizin maliyetlerini düşürmek için biz devlet olarak destekleyeceğiz. Ve tüm üretim desteklerini daha ekim-dikim olmadan ne olacağını açıklayacağız. Ki çiftçimiz, hayvancılıkla uğraşan üreticilerimizdaha karar vermeden, ne ekip dikeceğine karar vermeden, işini nasıl yönlendireceğine karar vermeden önce devlet ona ne destek veriyor bilecek, ona göre karar verecek. Ve ödemeleri de aynı yıl içerisinde yapacağız. Şu anda biliyorsunuz destekler çok geç açıklanıyor, ödemeler de bir sene sonra yapılıyor. Bunların hepsini inşallah düzelteceğiz. Sulama yatırımlarına önem vereceğiz, bakın sulama. Türkiye’nin şu anda neredeyse %80-85’lik bir coğrafyasında bu yıl kuraklık var. Hükûmet ne diyor? ‘Ya ne yapalım?’ diyor. ‘Allah yağmur vermedi’ diyor, “Kuralık oldu “ diyor. Kuşkusuz yağmur Allah’ın takdiri. Ama niye tedbirden siz bahsetmiyorsunuz? Önce tedbiri alacaksın, ondan sonra takdiri Allah’a bırakacaksın. Bu işin tedbiri nedir, kuraklığın tedbiri? Sulama yatırımıdır. Yani özellikle kapalı, basınçlı sulama sistemiyle, damlama, yağmurlamasulama sistemiyle barajlarda biriken suyun tarımla, toprakla buluşmasını sağlayacak buluşmasını sağlayacak tedbiri baştan almaktır. Şu anda hükûmet tutturmuş ‘Kanal İstanbul, Kanal İstanbul’ diye. Maliyeti en az 20 milyar dolar, 60 milyara kadar tahmin ediliyor. Arkadaşlarımız hesap etti.

Türkiye’nin sulama projelerinin tamamının yapılmasının maliyeti ne kadar biliyor musunuz? Şu andaki tasarlanan tarımsal sulama projelerinin tamamı, bütün Türkiye’den bahsediyorum. 22 milyar dolar. Kanal İstanbul’un parasına ki en düşük tahmin rakamı olan 20 milyar dolara sizTürkiye’de suyun ulaşmadığı bir karış toprak bırakmıyorsunuz. Hesap basit. Biz hükûmete sürekli çağrı yapıyoruz. ‘Şu inadınızdan vazgeçin’ diyoruz. Şu Kanal İstanbul’la ilgili araştırmalar biraz daha yapılsın. Marmara Denizi’nin durumu malum. Marmara Denizi ölüyor, müsilaj var biliyorsunuz. Sadece Marmara Denizi mi? Bu ülkenin gölleri, nehirleri, kirleniyor. Bizim en önemli görevimiz nesiller arası adaleti sağlamak. Yani çocuklarımıza, torunlarımıza daha yaşanabilir bir Türkiye bırakmak. Bu bizim en önemli görevimiz. Fakat bu ihmal ediliyor. Dün Kars’taydık, Sarıkamış’taydık. Çok ciddi bir ağaç katliamı var arkadaşlar. Hangi mağazaya girsek esnafımızın elektrikleri tamamen kapalı. Çünkü geçen seneye göre ikiye katladı elektrik fiyatları. Küçük bir ampul takmanın maliyetini bile üstlenemiyor esnafımız ama hangi esnafa girsek ‘Ormanlarımız bitiyor’ diyor bakın. İçi yanıyor. Sarıkamış’taki vatandaşlarımızın içi yanıyor. Merkez’deki taksi durağında oturduk, gözümüzün önünde koca bir kamyon; incecik fidanlar, fidanlar. Kesilmiş, yüklenmiş kamyona gidiyor. Bunları ne için söylüyorum? Çevreyle dost olmak. Bu ülkenin yeşilinin, mavisinin, her bir avuç toprağının kıymetini bilmek bizim en önemli ödevimiz. Ekonomi bugün iner, yarın çıkar. Zaten ekonomiyi çözeriz orası hiç sıkıntı değil. Ama bu çevre katliamı, çevreyle ilgili verilen hasar bazen nesiller boyunca tamir edilemiyor. Onun için biz buradan hükûmete tekrar çağrı yapıyoruz: ‘Şu Kanal İstanbul inadınızı biraz erteleyin. Önce Türkiye’deki sulama kanallarını, sulama yatırımlarını tamamlayın. Bu arada da Kanal İstanbul’un düzgün bir etki analizini yapın. Çevre açısından etkisi ne olacak? Güvenlik açısından etkisi ne olacak? Depremle ilgili etkisi ne olacak?’ Bunların hiçbirisi bilimsel çalışma olmadı şimdiye kadar. Çünkü Cumhurbaşkanı diyor ki ‘Ben bunu inadına yapacağım’ diyor. ‘Getirin bana şu raporları’ diyor. ‘Güvenlikmiş, depremmiş, çevreymiş getirin’ diyor. O raporları yazanların eli, ayağı titriyor. Onun önüne nasıl rapor gelecek? O projenin yapılmasının uygun olduğuyla ilgili rapor gelecek tabii. Halbuki biz diyoruz ki ‘Tarafsız, bağımsız bilimsel çalışmalar yapılması lazım’ diyoruz. Ve şu anda ülkenin acil ihtiyacı Kanal İstanbul değil. Tabii Kanal İstanbul deyince ne yapıyorlar? Hemen rant gözlüklerini takıyorlar, ‘Oo 500 bin kişilik şehir.’ Ne para ya, oradaki elde edilecek rant, imar değişiklikleri gözlerini karartıyor inanın. Ben buradan Cumhurbaşkanı’na, Sayın Erdoğan’a tekrarçağrı yapıyorum: ‘Şu inadınızdan vazgeçin, rant gözlüklerinizi çıkarın ve bu memleketin çiftçisiyle, hayvancılıkla uğraşan üreticileriyle şöyle bir 8-10 kişi çağırıp dinleseniz, memleketin gerçek durumunu anlarsınız. Onlarla konuşun, dertleşin, bir an önce sulama yatırımlarına öncelik verin diye buradan tekrar kendisine çağrı yapıyorum.

Değerli arkadaşlarım, değerli konuklar;

Ülkemiz şu anda derin bir yönetim krizi yaşıyor. Her alanda kriz var bakın, her alanda. Ekonomide kriz var, tarımda kriz var, hayvancılıkta kriz var, dış ilişkilerde kriz var. Hani bazı hastalarda görülür, çoklu organ yetmezliği denir ya. Neredeyse Türkiye’nin krizi de buna benziyor. Çoklu kriz, çoklu kriz. Her alanda kriz var. Ve bunun tek sebebi kötü yönetim, başka bir şey değil.

Partili Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’ndeki tıkanma her alana yansıyor.

Bundan birkaç sene önce elde ettiğimiz bütün kazanımlar dahi teker teker, birer birer şu anda yok oluyor memlekette.

Hukukun üstünlüğü ilkesi maalesef yok artık. Yargı, tamamen siyasetin etkisi altında iş yapıyor.

Ekonomimiz alarm veriyor. Hazine’nin borcu iki yılda ikiye katlamış, iki yılda ikiye. Daha 2018’de 970 milyar TL olan Hazine’nin borcu şu anda iki trilyon TL. O da yeni parayla, yeni. Eski parayla iki kentilyon. Bakın katrilyon demiyorum. Katrilyona üç sıfır daha ekliyorsunuz kentilyon ediyor. Bunu iki yılda yaptılar, iki yılda. Partili Cumhurbaşkanı, Akraba Bakan el ele verdi, Hazine’nin borcunu iki yılda tam ikiye katladı. Hayat pahalılığı almış başını gidiyor. Başını yastığa aç koyan vatandaşlarımızın sayısı artıyor bu memlekette.

İşsizlik rekor üstüne rekor kırıyor.

Bu Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi ülkemizde sorunsuz tek bir alan bile bırakmadı arkadaşlar, tek bir alan. Her alanda sorun yaşıyoruz.

Yaşanan bu yönetim krizinin bir diğer boyutunu da dış ilişkilerde görüyoruz. Bakın ben ‘dış politika’ tabirini kullanmıyorum. Şu anda Posof’tayız. Bir serhat ilçemizdeyiz. Serhat ilçelerimiz, serhat illerimiz, hududa yakın iller dış politikanın etkisini anında hissederler. Komşular işin içindedir. Genel ilişkiler işin içindedir.

Ben dış ilişkiler diyorum, dış politika kelimesini kullanmıyorum. Çünkü şu anda Türkiye’nin bir “dış politikası yok. Kötü yönetim yüzünden ülkemiz bütün bu dış ilişkilerde de yalnızlaşmış durumda.

Ne diyorlardı? “Değerli yalnızlık” diyorlardı bakın, değerli yalnızlık. Bu ifadeyi kullanıyorlardı. Yalnız bir ülkeyiz ama bunun değeri var. Nerede değer? Ben bugüne kadar bunun bir değerini göremedim. Yalnızlıktan şunu kazandık, yalnızlaştık, şu kadar kâr ettik, yalnızlaştık, zenginleştik. Böyle bir şey var mı? Yok. Siz yalnızlaşırsanız bunun en çok da etkisini hududa yakın illerimiz, ilçelerimiz yaşar.

Ulusal çıkar diye bir şey kalmadı arkadaşlar bakın. Dış politikada nedir esas? Milli çıkardır. Milletin üstün menfaatidir. Böyle bir şey kalmadı. Sadece bir kişinin duygularına ve dürtülerine bağlı bir dış ilişkiler seti var. Şahsileştirilmiş bir dış ilişkiler kümesi var. Başka bir şey yok.

Paramız her gün değer kaybediyor. Yoksulluk almış başını gidiyor. Ben soruyorum şimdi değerli yalnızlık dediğiniz bu mu?

Hani paranıza milli diyordunuz, yerli diyordunuz? Milli ve yerli paranın hali ne? İçler acısı durumda ya.

Şu anda Avrupa’nın en yüksek faizi bizim paramızın üzerinde. Dünyanın en yüksek 7. faizi Türkiye’de, %19. Niye düşürmüyorsunuz? Tek yetkiyi elinde toplayan Sayın Erdoğan değil mi? 2018 seçimlerinde ne dedi, “Bana yetkiyi verin, faiz de enflasyon da nasıl düşermiş gösteririm” demedi mi? Niye düşmüyor, niye düşüremiyor? Merkez Bankası Başkanlarının birini alıyor birini getiriyor, mevsimlik işçi gibi. Yol geçen hanı oldu Merkez Bankası. Sonuç ne? Sıfır, hiçbir şey yok.

Gerçekten değerli arkadaşlarım şu anda en değersiz günleri yaşıyoruz, en değersiz.

Bakın, benim Dışişleri Bakanlığım döneminde ülkemiz saygınlığı yüksek, diplomasisi güçlü ve sözü geçer bir ülkeydi. Bir cümlelik açıklamamız, bir cümlelik açıklamamız olayların akışını değiştirirdi. Hatırlıyorsanız, 2009’da bir “One minute” olayı vardı, “One minute”, hatırlıyorsunuz değil mi?

“One minute” bakın. Bu “One minute” dendiği yıl 2009, Türkiye’nin uluslararası itibarının en yüksek olduğu dönemdir, en yüksek.

Türkiye’nin ekonomik gücünün olduğu dönemdir. O ekonomik gücü uluslararası itibarı al, üzerine çık ve “One minute” de, evet etkili olursun. Ama bugün durum ne? İtibarını yitirmiş ülke var, ekonomik gücünü yitirmiş ülke var. Ne dersen de, hiçbir etkisi olmuyor, hiçbir etkisi.

Değer nedir bir ülkenin değeri? Aynı zamanda o ülkenin pasaportunun değeridir. Türkiye Cumhuriyeti pasaportu değerli arkadaşlarım, benim Dışişleri Bakanlığı döneminde çok değerli bir evraktı.

Avrupalı iş adamları geliyordu, bizim pasaportumuzu almak için kuyrukta bekliyordu. Ben soruyordum “Ne yapacaksınız pasaportu?” Onlar büyük şirketlerin sahipleri, yöneticileri. “Sizin Avrupa Birliği pasaportunuz var ya, bizim pasaportu ne yapacaksınız” diye soruyordum. Bizim Afrika’da, Asya’da sömürge geçmişimiz var. Avrupalılara ön yargı var ama herhangi bir ülkeye gidip Türkiye Cumhuriyeti pasaportunu masaya koyunca orada kucağını açarak beni karşılıyorlar. Güler yüzle karşılıyorlar ve o ülkede ben daha rahat iş yapıyorum diyor idi o zaman Avrupalı iş insanları.

Bakın nereden nereye gelmiş memleket.

Komşularımızda yaşanan sorunlarda değerli arkadaşlar gerçekten bakıyoruz Türkiye sürekli olarak sorunun bir parçası. Bugün Suriye’de, Irak’ta eğer problemler varsa Türkiye bu sorunun parçası. Halbuki biz hep çözümün parçası olduk. Çözüm için çalıştık. Kavga edenler varsa aralarını bulmak için çalıştık. Hep insan için çalıştık barış için çalıştık.

Gerçekten şu anda ülkemizin durumu çok çok sıkıntılı. Geçmişe baktığımızda Avrupa’dan Orta Doğu’ya, Balkanlar’dan Kafkasya’ya kadar sözümüzün gücü vardı, sözümüzün gücü.

Bakın hemen yanımızdaki Gürcistan Rusya ile savaşa girdi biliyorsunuz 2018’de. Ben o zaman Dışişleri Bakanı’yım. Ve bir baktık çok hızlı gelişti olaylar, Rus orduları Tiflis’e sadece 20 kilometre mesafeye kadar yaklaşmışlardı. Ve biz o gün Dışişleri Bakanlığı olarak hemen hızlı bir analiz yaptık. Baktık ki komşumuzun değişme ihtimali var. O zaman Sayın Erdoğan’ı aradım kendisi tatildeydi çocuklarıyla, torunlarıyla. Dedim ki “Acil Moskova’ya gitmemiz gerekiyor ve Rus hükümetiyle görüşmemiz gerekiyor. Arkasından hemen Tiflis’e gidip Gürcü hükümetiyle görüşmemiz gerekiyor ki bir an önce aralarını bulalım aksi halde bu gidiş Türkiye için hayırlı bir gidiş değil.” Hemen atladık o telefon ettiğim günün akşamı Moskova’daydık. Ertesi sabah Tiflis’teydik. Hızlı bir diplomasi ve barıştırdık o gün bugündür Rusya ile Gürcistan arasındaki ilişkiler daha sakin seyrediyor. Taraf olmadık bakın, taraf olmadık. Tarafsız bir şekilde barış için müdahale ettik ve etkili olduk. Etkili olmanız için itibarınız olması lazım. Size güvenmeleri lazım. Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı, Dışişleri Bakanı, Cumhurbaşkanı konuşunca doğruyu söyler. Niye? Güvenleri lazım. Güvendir bu barışı sağlayan huzuru sağlayan.

Hatırlayın; yine o yıllarda bizim tüm bu coğrafyada savunduğumuz bir değer vardı arkadaşlar, neydi bu?

“İnsanlar ülkeden ülkeye serbestçe dolaşabilmeli. Ürünler ülkeden ülkeye serbestçe dolaşabilmeli. Sermaye serbestçe dolaşabilmeli. Yani bir bakıma ülkeler arasındaki ilişkileri, komşularımızla olan ilişkileri öyle bir noktaya getirmek için çalışıyorduk ki sınırları, hudutları anlamsızlaştırmakistiyorduk. Türkiye zaten nüfusuyla, ekonomik büyüklüğüyle, küçülmüş haliyle bile bakın ilk 20 ekonomisinden biriyiz bakın. Krizdeyiz, ekonomimiz küçüldü, daraldı, buna rağmen ilk 20 içerisindeyiz, hala. Bu kadar üzerinde tepiniyorlar ekonominin, yine de ilk 20’nin altına düşmedikbu güne kadar çok şükür. O zamanda kurduğumuz sağlam temeller koruyor. Şimdi bu böylesine doğal gücü olan bir ülkenin, ekonomik ve nüfus gücü olan bir ülkenin, sınırlar açıldığı zaman bütün o coğrafyanın öncü ülke olması zaten mukadder. Yeter ki siz akıllı hareket edin. Gücünüzün kıymetini bilin. Şimdi ne oldu? Hudutlarımızı bırakın tel örgüleri beton duvar çekiyorlar, beton duvar arkadaşlar. Biz Suriye ile aramızdaki sınırları açmıştık. Gaziantep’te, Kilis’te yaşayan vatandaşlarımız öğlen yemeğini Halep’te yiyip geliyordu. Aynı sınırlara şimdi beton duvarlar örülüyor. Türkiye’yi kapalı duvarlar altına alıyorlar bakın. Bunların hepsi dış ilişkilerdeki hata yüzünden. Kişiselleştirilmiş, şahsileştirilmiş, bir kişininduygusuyla, dürtüsüyle giden bir dış ilişki yüzünden.

Biz değerli arkadaşlarım, sınırlara beton duvarlar örerek değil; tam tersine komşularımıza gönlümüzü ve kapılarımızı açarak bu itibarın sağlanacağını, ülkemizin de kalkınmasının da tüm bu coğrafyanın kalkınmasının da buna bağlı olacağını bilerek hareket ettik.

Bir ülkenin değeri ancak böyle olur. Bu ülke kendisini beton duvarlar arkasına hapsetmiş bir ülke olarak değerli olmaz. Bu ülke komşularıyla dost, çevresiyle dost bir ülke olarak değerli olur.

Ama son yıllarda ülkemiz dış ilişkilerde yerli yersiz, gereksiz pek çok polemik ve kavganın içine maalesef sokuldu.

Bu iş bilmez hükûmet ne zaman ülkenin iç meselelerinde zora düşse, gidip başka ülkelerle ya da başka ülkelerin liderleriyle kavgaya tutuştu. İçeride sorun mu var? Gündemde bir sürü problem. Ne yapıyor? Gidiyor birileriyle kavgaya tutuşuyor. İnanın dış ilişkilerdeki çoğu kavganın sebebi içerideki sorunların üzerini örtmek. Bizim milletimiz tabi ülkesini, vatanını seven bir millet. Dışarıda bir sorun olduğunda ister istemez içeride kenetleniyor. Bu içeride kenetlenme ruhunu maalesef istismar edercesine bir dış politika uyguladı. Yıllarca bunu yaptı.

Hatırlayın, sağa sola “Ey” diye naralar attılar değil mi? Hatta neredeyse bu naraların muhatabı olmayan ülke kalmadı. Şöyle bir bakın son 7-8 seneye, hemen hemen her ülke bu “ey” naralardan nasibini aldı. Bundan nasibini almayan bir ülke yok.

Tek bir kişinin sabah nasıl uyandığıyla bir ülkenin, koskoca bir ülkenin dış ilişkileri şekillendi, şekilleniyor. Bakın biz şu anda maalesef bu partili, taraflı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin ve tek bir kişinin zihniyetinin adeta mağduru olmuş bir ülke haline geldik.

Bir bakıyorsunuz dün “Ey” dediği ülkeye veya o ülkenin liderine ertesi gün ‘Müttefikim’ diyebiliyor, ‘Dostum' diyebiliyor, bunu da yapabiliyor yani. Bu kadar hızlı u dönüşleri de yapılabiliyor onu da gördük. Öyle zikzaklar, öyle u dönüşleri var ki dış ilişkiler konusunda koskoca ülke neredeyse yayık ayranına döndü ya çalkala bir o tarafa bir bu tarafa.

Bizim dönemimizde dış politikadaki parola neydi? “kazan-kazan” idi. Kazan-kazan. Bu ne demek? Diplomaside, dış ilişkilerde kazan-kazan nedir? Öyle formüller bulursunuz ki hem siz kazanırsınız hem başkasını kazandırırsınız ama başkası da kazanacağını bildiği için sizin de kazanmanıza razı olur, önünüzü açar. Şimdi bu kazan-kazan kavramıdır.

Fakat şu anda Türkiye dış ilişkilerde sadece kaybet-kaybet noktasına gelmiş durumda. Kaybet-kaybet noktasına.

Bakıyorsunuz, malum ne var? S-400 meselesi var değil mi, S-400?

Bakın Türkiye Cumhuriyeti bu S-400’ler için, S-400 füze sistemleri için tam 2,5 milyar dolar ödemedi mi? 2,5 milyar dolar ödedi, değil mi?

Bunu kim söyledi? Sayın Erdoğan’ın kendisi söyledi. Peki şu anda S-400’ler kullanılabiliyor mu?

Kapağını açtılar, hemen yaptırımlar geldi. Ve daha ağır yaptırımlar gelebilir diye korktuklarından şimdi o S-400’lerin kapağı kapalı tutuluyor. Ortada bir sürü dedikodu var, hangisi doğru bilmem. Dedikodulardan birisi ne? ‘Ya biz bunu İncirlik Hava Üssü’ne koysak da.’ Bunu kime diyorlar?Amerikalılara diyorlar. ‘Bari siz orada izleseniz valla kapağını açmayacağız’ demeye getiriyorlar yani bakın. Ülkenin düştüğü duruma bakın ya. Bir başka dedikodu ne? ‘Ya bunları başka bir ülkeye satsak, kurtulsak’ mı? Bu da başka bir dedikodu. Bunların hangisi doğru, bilemeyiz. Kapalı kapılar ardında görüşüyorlar. Ama bu dedikoduların doğru olma ihtimali bile bizi çok üzüyor arkadaşlar. Bunlar bizim milli onurumuzu yaralayan gelişmeler. Sözüne güvenmiyor, diyorsun ki ‘Ya İncirlik’te tut da bari senin gözünün önünde olsun, ben bunun kapağını açmayacağım’ diyorsunuz. O zaman, o 2,5 milyar doları niye verdin? Yazık değil mi bu ülkenin parasına? 2,5 milyar doları sen nereden topladın? Şurada yanan elektriğin üzerindeki vergiden, şuradaki suyun üzerinden aldığı vergiden, Posof’taki bütün vatandaşlarımızdan, Ardahan’daki bütün vatandaşlarımızdan kazanırken ve harcarken aldığı vergilerden toplanan paradır o. Niye heba ediyorsun?

S-400leri şimdi kullanamıyoruz ha? O zarar yazdı mı, zarar?

Bir de ne oldu? Bu S-400 kavgası yüzünden F-35 savaş uçaklarında şu anda Türkiye alamıyor. Parasını verdiğiniz ve gelişmesine katkıda bulunduğumuz Türkiye 4 ülkeden birisi biliyorsunuz. F-35 savaş uçaklarını ilk planlayan, projesini başlatan yine bizim dönemimiz o. Bizim dönemde başladı o iş F-35. Düzgün bir dış politika sayesinde, sağlam bir ekonomi sayesinde Türkiye o zaman güvenilir bir ortaktı. Onun için davet ettiler gelin bu Dünyanın bu en gelişmiş savaş uçağı sistemini sizinle beraber yapalım dediler. Ve 4 ana ülkeden birisi Türkiye’ydi. Binlerce parça yüksek teknoloji üretimi Türkiye’de yapılıp gönderilecekti ve bunun montajı yapılacaktı. İleriki aşamalarda buradaki üretimi dahi söz konusu idi. Parasını verdiğimiz uçakları değerli arkadaşlarım bunlar getirtemedi biliyor musunuz? Parayı verdik, teknoloji ortağı olduk, uçağın tapusunu aldık tapusunu kayıt belgesini fakat kendi sahibi olduğumuz uçakları Amerika’dan kaldırıp da ülkemize getiremedik. Bu mu milli politika, bu mu millilik, yerlilik? Hamasetle, kavgayla, dövüşle iş yürümez arkadaşlar. Tabi ki bir ordunun, bir ülkenin sağlam ordusu olur, güçlü ordusu olur.

Gereğinde ben bu orduyu kullanırım dersiniz ama böyle boş konuşup boş naralar atıp hiçbir şey yapmadığınızda yapamadığınızda da işte ülkenin onurlarını böyle ayak altında çiğnetirsiniz. Yazık günah. Sonuçta ne oldu? Parasını verdiğimiz S-400leri kullanamıyor muyuz? Kullanamıyoruz. Parasını verdiğimiz F-35’i tescil belgesini, tapusunu aldığımız F-35’i kullanabiliyor muyuz? Kullanamıyoruz.

Parayı kaybet, F35’i kaybet, S400’ü kaybet. Onun için biz ne diyoruz? Bunların dış ilişkileri ‘kaybet-kaybet-kaybet’ üzerine maalesef.

Ortada gerçekten arkadaşlar çok ciddi bir bilgisizlik var biliyor musunuz? Ya bir insan her şeyi bilmeyebilir, her şeyden anlamayabilir ama bilenlerle çalışması lazım. Dürüst ve işin ehli kadrolarla çalışmadan hiçbir konuda başarı elde edilemez hiçbir konuda. Hangi konuda olursa olsun, hele hele koskoca bir devleti yönetiyorsanız, koskoca bir ülkeyi yönetiyorsanız iş başına getirdiğiniz insanların hem dürüst hem de işin ehli insanlar olması lazım. ‘Ben işime kimseyi karıştırmayayım, bütün yetkiyi üzerimde toplayayım tek imzayla ülkeyi yöneteyim artık zaten kaç seneden sonra benden iyi hangi konuyu kim ne bilir ki’ deyin ondan sonra da ülke bu hale düşsün maalesef. Sonuçta bütün ülkelerle ilişkileri bozmayı başardılar.

Ülkemiz yoksullaştı, ihracat düştü, millî gelir düştü, turizm gelirleri düştü, yatırımlar azaldı.

Ve şimdi de kalkmışlar, hiçbir şey yokmuş gibi hareket ediyorlar, hiçbir şey yokmuş gibi.

Sayın Erdoğan, yıllarca Mısır Devlet Başkanı için “Darbeci Sisi” demedi mi? “Zalim Sisi” demedi mi? Daha dün İstanbul seçimlerinde muhalefetin adayına ‘Sisi’ demedi mi? Hepsini dedi, hepsini yaptı. ‘Ben onun masasına oturmam’ dedi, ‘Onun elini sıkmam’ dedi. Şimdi ne oldu? Niye Kahire’ye Mısır’a heyet arkasına heyet gönderiyor? Bakın onlar bize gelmiyor, Mısır’ın heyetleri bize gelmiyor, bizim heyetlerimiz Kahire’ye gidiyor. Neredeyse yalvaracak duruma geldiler ‘Ya şu ilişkileri düzeltelim’ diye. Ne oldu? Bunu hesap edemiyor musun? Sen Mısır ile ilişkiyi bozduğun zaman Doğu Akdeniz’deki haklarının kaybedeceğinin farkında değil misin? O Mısır tutup da Kıbrıslı Rumlarla bakın burada İlçe Başkanımızın babası Kıbrıs Gazisi. Kıbrıs’taki her karış toprağın değerini o bilir. O Mısır sen ilişkiyi bozdun diye, kavga ettin diye gidip Kıbrıs Rum Kesimi’yle görüşmeye başlayınca, Yunanistan’la görüşmeye başlayınca Doğu Akdeniz’i kendi aralarında paylaşmaya başlayınca ne oldu? Etekleri bunların tutuşmaya başladı. ‘Eyvah’ dediler ‘Doğu Akdeniz paylaşılıyor.’ Aklın neredeydi? Bunu hesap edemiyor musun ya? Aklın neredeydi? Mısır ile ilişkileri bozarken aklın neredeydi de bugün Mısırlıların peşine düşüp şu ilişkileri bir düzeltelim diye adeta bu ülkenin onurunu, şerefini böyle farklı bir noktaya getirerek adım atıyorsun? Yazık.

Mısır ile Doğu Akdeniz'den Libya'ya kadar geniş bir alanda ciddi iş birliği imkânlarımız bulunuyor” diyor şimdi. Şu anda Erdoğan bunu söylüyor. Peki, şimdi ben kendisine soruyorum:

“Zulüm kokan Mısır yönetimiyle dost olmamız mümkün değildir” diyen kimdi?

Ne oldu? Mısır yönetiminin siz bu zulüm kokusunu duymaz hale mi geldiniz birden? Hani Korona’nın yan etkisi var bazen koku... Ama bildiğim kadarıyla Korona falan da olmadı, geçirmedi. Allah sağlık, sıhhat versin.

Şimdi Sayın Erdoğan, televizyonlardaki gözyaşlarını da unutuyor, gözyaşlarını Mısır için. Hani ‘Rabia’ diyordu değil mi? Bu Mısır’dan gelen kelimeler. Hepsi unutuldu bakın.

Bir zamanlar karşınızda muhalif olan, şu anki küçük ortağınıza siz şöyle demiştiniz. Kim o? Sayın Bahçeli’ye, Sayın Erdoğan zamanında ne diyor? Şu andaki ortağı ama o zaman değil. “Sayın Bahçeli, diyor ‘Mısır’daki darbe sizin içinize sindi mi? Bu darbeyi kabullenmeyeceğiz” diyor. Benşimdi Sayın Erdoğan’a soruyorum; Ne oldu? Ya belli ki küçük ortak epeydir sizin içinize sindi herhalde öyle görünüyor. Peki bir de darbenin ve darbecilerin, darbeci diye nitelediğiniz Mısır Hükûmeti’nin de mi içinize sineceği mi tuttu? Ne oldu ben soruyorum şimdi. Bu ne tutarsızlıktır, bu ne yalpadır, bu ne zikzaktır?

Değerli arkadaşlar,

Bakın her şeyde olduğu gibi bunlar Mısır’la normalleşmeyi de ellerine, yüzlerine bulaştırdılar, bulaştırıyorlar. Ülkemizin itibarını maalesef alaşağı ediyorlar. Pabuç pahalı tabii. Yalnızlığının değeri, yalnızlığın değerinin beş para etmediğini yeni anlıyorlar, yeni. Peki bu kadar kaybettiğimiz yıllara ne olacak? Bu kadar kaybettiğimiz ekonomiye, bu ülkenin yoksullaşmasıyla ilgili ne diyorsunuz? Çıkın anlatın, bir hesap verin.

Değerli yalnızlık masalını maalesef fakirlik geldikten sonra bir masal olarak anladılar, öğrendiler, gördüler. Ama bu U dönüşleri değerli arkadaşlarım milletimizi yoksullaştırdı. Kimse Türkiye’nin artık sözünü dinlemez hale geldi.

Çıkıp Türkiye’den bir açıklama yapıldığı zaman ne diyorlar? ‘Ya bunlara bakmayın ya’ diyorlar. ‘Bunlar bugün böyle konuşur, yarın başka türlü konuşur.’ Zikzak var, U dönüşü var. Bugün dediğinin tam tersini yarın söyleyebiliyor. E sizi kim dinler? Sözünüze kim itibar eder

Bakın, şu anda aynı, aynı U dönüşleri Amerika ilişkilerinde de yaşanıyor.

Amerika ile ilişkilerinde Sayın Erdoğan ne diyordu şöyle bir kısa bir video ile hatırlayalım.

“Ey Amerika, Ey Trump, ya sen bunları görmüyor musun be? Görmüyor musun bunları? Lafa geldiği zaman bakıyorsunuz ki ‘Biz şöyle, böyle destek veriyoruz.’”

Şimdi burada İsrail’den bahsediyor, destek falan derken. Bir “Ey” nidası da son Amerikan seçimlerinde dönüp dolaşıp yine destek verdiği adaya atıyor burada. ‘Ey Trump’ diyor. Sonra seçimlerde ne oldu? Açık bir şekilde Trump’a destek verdi değil mi? Açık. Şu andaki hükûmet kendi kontrol ettiği medyayla son Amerikan seçimlerinde Trump’a açık destek verdi.

Ne oldu? Sonra Trump kazanamadı Biden kazandı. Bakın hesapsızlığa bakın. Ya biz böyle bir şey yapmazdık bakın. Türkiye Cumhuriyeti başka ülkelerin seçimlerinde taraf olmazdı. Başka ülkelerin iç siyasetine karışmamak gibi bizim Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren gelen bir ilkemiz vardı. Başka ülkelerin iç siyasetine karışmamak. Tabii ki başka ülkelerdeki gelişmeleri izlersiniz. Yani o gelişmelerin kendi ülkenizin menfaatine olmasıyla ilgili de bazı diplomatik çalışmalar yaparsınız. Ancak açıktan destek verilmez ya. Kaç yerde aynı hatayı yaptılar, kaç ülke ilişkileri sırf bu yüzden bozuldu biliyor musunuz? Adaylardan birisine açıktan destek veriyorlar. Hatta kendi partilerinin kampanya elemanlarını gönderiyorlar o ülkeye ‘Aday için kampanya yapın’ diye. Bu ülkeningazetelerinde boy boy haber: ‘Türkiye şu adayı destekliyor’ diye. Bu aday kaybettiği zaman da o ülke ile olan ilişkimiz en az bir seçim dönemi bozuluyor. Çünkü yeni seçilen bilmiyor mu? ‘Ya kardeşim sen benim adayımı destekledin, durdun’ diyor. ‘İşte ben seçildim’ diyor. Şimdi o haldeki bir başbakanla, cumhurbaşkanıyla görüşüp ne konuşacaksınız? Bunlar hep hesapsızlık, hep. Ve taraf olup ülkedeki iç sorunların üzerini kapatma çabası. Oysa, bakın ben buradan yine Cumhurbaşkanı’na sesleniyorum: Bakın bizim o akılcı, rasyonel dış politikamız sayesindeoluşturduğumuz güçlü ekonomik yapı sayesinde siz bir zamanlar “One minute” diyebiliyordunuz. Şimdi ise kendisinin dediği gibi ancak “Lafa gelince...” konuşmak zorunda kalıyor.

Uluslararası arenada Türkiye’nin sözünün hükmü yok arkadaşlar. Bakın, şu anda Filistin davası var ya, Filistin davası. Hiçbir zaman bu kadar sahipsiz kalmamıştı. Geçenlerde yine yaşadık. İsrail seçimlerinden sonra yüzlerce kadın, çocuk öldü Filistin’de. Artık batı basını bile dayanamıyor bakın, batı basını. Bunları boy boy haber yapıyorlar. Gazetelerin ilk sayfasında ölenlerin fotoğrafları yayınlıyorlar ‘Ya bu zulümdür’ diyorlar. Batı basını, İsrail’in yaptığı zulmü haber yapıyor, birinci sayfadan haber yapıyor. Ama Türkiye bol bol konuşuyor. Konuşmanın bir etkisi var mı? Ne yapmış? Oturmuş masasına, 10 tane lideri aramış, İsrail’i şikâyet etmiş. Sonuç: Ne diyor? Telefon diplomasisi yaptı’ diyor, etkin diplomasi, telefon diplomasisi. Kimi, kime şikâyet ediyorsun ya? Söylediğinin etkisi var mı ya? Bir laf ettiğin zaman İsrail’in davranışını değiştirebiliyor muusn? Ondan haber ver. Diplomasi budur, dış politika budur. Şu anda değerli arkadaşlar bunlar, laf üretmek dışında bir şey yapamıyorlar. Hiçbir sorunu çözemiyorlar. Hiçbir şey. Çözümün parçası olabiliyor mu? Olamıyor.

Çünkü bir o yana, bir bu yana gidip duruyorlar. İstikrarlı ve kararlı bir dış politika istikametiniz olmazsa, sözünüzü kimseye geçiremezsiniz.

Bakın arkadaşlar,

Daha dün “Ey Amerika” diyenler, bugün “En Amerikancı biziz” yarışına girdi ya. Hayretle izliyoruz, hayretle.

Hani o Akraba Bakan’ın abisinin falan başında olduğu yayınlar var ya, televizyon kanalları, gazeteler vesaire. Geçen birkaç hafta önce tam dünkü meşhur görüşme var ya hani haftalar öncesinden 14 Haziran, 14 Haziran. Bütün yandaş medyada 14 Haziran. Neymiş? 14 Haziran’da yüz yüze görüşme imkânı bulacakmış. Ülkemin Cumhurbaşkanı, Amerika’nın Başkanı’yla 48 dakika görüşecek diye kaç hafta öncesinden davul çalmaya başladı yandaş medya. Yine görüşme öncesinde ne yaptılar? Öyle bir yayın politikası izlediler ki aslında ‘En Amerikancı biziz’ diye. Ve geçenlerde bizleri de kapsayan bir haber yapmışlar.

Bakıyoruz, Amerikancılıkla övünüyorlar ya. Amerika’ya diyorlar ki
önden mesaj gönderiyorlar dünkü görüşme öncesinde ‘Biz hep sizi savunduk’ diye. Bakın arkadaşlar, ta 1 Mart Tezkeresi, 2003. 18 sene geçmiş aradan 18 sene. Bunun haberini yapıyorlar. Diyorlar ki, “Erdoğan 1 Mart Tezkeresi’nde Amerika’dan yanaydı. tezkeresinde yanaydı, Irak Savaşı’na Amerika’yla beraber girmek isteyen Erdoğan’dı’ diye haber yapıyorlar ya. Niye? ‘Acaba ortamı biraz ısıtabilir miyiz?’ diye. Açıkta kaldılar ya, açığa düştüler ya şimdi Biden seçilince. Bunun haberini yapıyorlar. İnanın yazık, günah.

Şimdi dün mevcut ABD yönetimiyle, 5 ay sonra, 5 ay sonra ilk kez biliyorsunuz yüz yüze görüştüler ya, buralardan mesaj vermeye çalışıyorlar. Kendilerini sevimli göstermeye çalışıyorlar. Durum gerçekten çok hazin.

Kasım ayında seçim oldu biliyorsunuz, kasım ayında. Ocakta da yeni yönetim işe başladı. Kasım ayında seçimden sonra genelde bir tebrik telefonları başlar. Yani ülkelerin liderleri, yeni seçilen başkanı tebrik etmeye başlar.

Bizimkiler hemen telefon kuyruğuna yazdırdı ismini. Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan, Amerikan Başkanı’nı tebrik etmek için bir telefon etmek istiyor diye. Aralık geçti, ocak geçti, şubat geçti, mart geçti, nisan ayı geldi 1915 olaylarının yıldönümünden bir gün önce o telefona döndüler. Ve ne için döndüler? Mesaj neydi? ‘Ya haberiniz olsun yarın 1915 olaylarının yıldönümü, biz o olayları biz bir soykırım olarak tanımlayacağız, açıklayacağız, haberiniz olsun’ deyip telefonu kapattılar. Telefon bundan ibaret. Ben ülkem adına üzülüyorum. Türkiye Cumhuriyeti gibi bir ülkenin, NATO üyesi olan, NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip olan, dünyanın en büyük 20 ekonomisinden birine sahip olan Türkiye’nin Cumhurbaşkanı aradığı zaman en geç o gece saat farkı falan telefonuna dönmeniz lazım. Normali budur. Eğer saygınsanız, itibarlıysanız normali budur. Böyle bir itibarlı ülke olabilir mi? Fakat tabii

Ülkemin Cumhurbaşkanı kasım ayından taa nisan ayına kadar, Amerikan Başkanı’yla onlar arayana kadar 3 dakikalık telefon görüşmesi bile yapamadı.

Size soruyorum, itibarlı ülke böyle mi olur? İtibarlı ülkeyseniz, siz “Alo” dediğinizde en geç o akşama telefon görüşmesi yapılır.

Fakat tabii dış ilişkileri yıllarca istismar ederseniz, naralar atarak dış ilişkileri yürütürseniz, içerideki sorunların üstünü örtmek için kullanırsanız itibarlı ülke olamazsınız. Dış ilişkileri; ‘Ey Batı’, ‘Ey Amerika’, ‘Ey Avrupa’, ‘Haç-Hilal’ deyip içerideki sorunların üzerini örtmek için kullandılar.

Sayın Erdoğan, hayali bir dış düşman üretmek uğruna Türkiye’nin dış ilişkilerine büyük zarar verdi.

Şimdi dün NATO Zirvesi’nde ilk defa yüz yüze ve 48 dakikalık bir görüşme, 48.

Bu ne demek? Tercümeli bir görüşme. Ya ben, kendim binlerce o tür görüşme yaptım. Avrupa Birliği Bakanlığım döneminde, Dışişleri Bakanlığım döneminde, diğer Başbakan Yardımcılığım döneminde. Eğer ardıl tercüme varsa zaten ardıl tercüme ne demek? Siz Türkçe söylüyorsunuz, sizin söylediğinizi bir tercüman öbür tarafa aktarıyor değil mi? Onun söylediğini de bir tercüman size anlatıyor. Dolayısıyla ne oluyor? Tam iki katı sürüyor görüşme.

48 dakikalık görüşmenin aslında özü nedir? 24 dakikadır. Çünkü 24 dakika konuşulur, 24 dakika da tercüme edilir. Hesap basit. Peki 24 dakika konuşuluyorsa ‘Yarı yarıya konuştuk’ deseniz, 12 dakika siz konuşmuşsunuzdur, 12 dakika da karşısı. Yani haftalardır ‘Şu tarihte görüşülecek, yüz yüze görüşülecek.’ Çok sevindiler randevu alabildik diye yani. NATO’nun toplantı salonunun yanındaki küçük bir odada görüşebileceğiz diye çok sevindiler. Ve sonuçta 12 dakika. Kaba hesapla 12 dakika dertlerini ne kadar anlatabilirlerse anlattılar, o kadar. Hale bakın ya. ‘48 dakika’ diyorlar ama yarısı tercüme at 24, 12 dakika sen konuştun 12 dakika karşısı. Hesap basit yani. dış ilişkileri yıllarca istismar ederseniz, yıllarca naralar atarak, herkesi kendinize düşman yaparak dış ilişkileri yönetirseniz işte bu hale düşersiniz. (48.24.24.25)

 

12 dakika yüz yüze derdini anlatabilmek için aylardır bekliyor ülkemin Cumhurbaşkanı ya. Bu ülke buna layık değil arkadaşlar, olmaz böyle bir şey.

Ondan sonra da ne diyor? ‘Herhalde dil sürçmesidir’ diyorum yani. ‘Bu Ermeni meselesini, 1915 olayları hamdolsun açmadılar’ diyor. Ya kafa karışıklığı olabilir yani. Dil sürçmesi de olabilir ama normalde yani konuyu senin açman lazım ve onların baskı altına girmesi lazım değil mi? YaniBiden’ın demesi lazım ‘İyi ki, çok şükür açmadılar o konuyu’ demesi lazım. Biden’ın açması lazım. Diyeceğim maalesef durum çok çok acı. Bakın bir mukayese yapalım. Benim Dışişleri Bakanlığım döneminde, o gün seçilen Amerikan Başkanı Obama, seçimlerden sonra kıtalar arası ilk ziyaretiniTürkiye’ye yaptı biliyor musunuz? Bırakın telefonu, melefonu ya. Çıktı Türkiye’ye geldi. Normalde hayırlı olsuna gidilir. Şimdi mesela hayırlı olsuna kim gidecek? Merkel gidecek değil mi? Onu açıkladılar. Avrupa’dan ilk Merkel’i ağırlayacak. Merkel gidecek, bir hayırlı olsun ziyareti yapacak. Normali budur, seçilene bir hayırlı olsuna gidilir. Ama Obama çıktı, Türkiye’ye geldi. Biz bunun zeminini hazırladık. Obama, Obama. Benim Dışişleri Bakanlığım dönemini diyorum. Yıl; 2009. 2008’de seçim oldu, 2009’un hemen ilkbaharında çıktı, geldi. Çünkü niye? Türkiye güçlü ülke, Türkiye itibarlı ülke. Ben Türkiye ile beraber dünyada neler yapabilirim’i konuşmak için geldi buraya adam. Biz bunu yaşadık. Maalesef değerli arkadaşlar, nereden nereye? Ülkeyi kötü yönetiyorsanız her anlamda sıkıntınız büyür, her anlamda. İtibarınız beş paralık olur, ülke ekonomik açıdan krize girer, tarımda kriz yaşarsınız. Her alanda kriz yaşarsınız. Gerçekten çok çok üzülüyoruz memleketimizin geldiği bu duruma.

Ve değerli arkadaşlar, biz diyoruz ki bakın bir ülkenin değeri nedir? İtibarı nedir? Bizim yaptıklarımıza biraz bakın da diyorum ders alın.

Ama ben ve arkadaşlarımın o yıllardaki başarısı hakkında Sayın Erdoğan ne diyor biliyor musunuz? Biz bunları partimiz kurulduktan sonra anlattık ya. Eskiden bunu yapardık diyoruz. Benim o ifadelerim üzerine Sayın Erdoğan ne demiş? Şu videodan izleyelim:

Bunu bana diyor, beni kastediyor.

Bakın, değerli arkadaşlar; o günlerde Merkez Bankası bağımsız mı? BDDK bağımsız mı? Bizim dönemimizden bahsediyorum, işin başında olduğumuz günlerden bahsediyorum. SPK bağımsız mı? O dönemde bu kurumların tamamen bağımsız çalıştığını unutuyor. ‘Ben onay vermeyeceğim’ diyor. Onaya ihtiyaç yok ki. Bu kurumlar zaten doğrusunu yapıyor, hiç merak etmesin. Kurumlar zaten doğruyu yaptı. Biz onlara siper olduk. Bu kurumların önüne set çekip kendisinin müdahalesine izin vermedik, bunun için başarılı olduk. Bunun için enflasyon düştü. Merkez Bankası

“Bir Başbakan onay vermeyecek, sen kalkacaksın bir bakan olarak adım atacaksın. Bunu kime yutturuyorsunuz?”

bağımsızken enflasyonu biz %29’dan aldık, tek hanelere iki yılda düşürdük. Paradan altı sıfırı o zaman attık. Merkez Bankası bağımsızken yaptık bunu. Hiçbir onay gerekmiyordu. Talimatla da iş yapmıyordu o dönemde Merkez Bankası. Çünkü bir ülkenin gücü kurumlarının gücünden gelir. Bu kurumların bazılarının da bağımsız olması lazım. Bağımsız olması gereken kurumların başında ne vardır? Yargı vardır, yargı. Yargı, evrensel hukuk, anayasa, yasalar ve hakimlerin vicdanıyla karar vermeli. Etki altında kalamaz. Hükûmet şunu yap, bunu yap diyemez yani yargıya. Ancak öyle adalet gelir bu ülkeye. Ekonomideki başarı da ancak bağımsız çalışması gereken kurumların bağımsız çalışmasıyla olur. Ne oldu? ‘Laf dinlemiyordu’ diye Merkez Bankası başkanlarını değiştirdi arka arkaya. İşte ülkenin geldiği durum malum. Enflasyon artık iki haneli. Tek haneli enflasyon hedefi hiç duyuyor musunuz? Hayal, hayal. Bakın milli geliri aldık. 3500 dolardı benim ilk bakan olduğum gün, 12500 dolara çıkarttık, 12500. Geçen sene 8600. 2023 hedefleri ne? 10000. 2023 için milli gelir hedefleri 10000 dolar şu anda. Ya biz 12500 doları bulduğumuz yıl, 2023’e 25000 dolarlık hedef yazdık, 25000. Dedik ki ‘3500’den alıp biz bunu 12500’e getirdiysek 10 yılda, yaklaşık 10 yılda da herhalde ikiye katlarız bunu’ dedik. ‘Çok zor değil yani 3500’den 12500’e neredeyse 10 yılda dörde katlayan, ikinci 10 yılda da ikiye katlar’ dedik. Bırakın ikiyekatlamayı, mevcudu bile kaybettiler. Mevcut milli gelir bile düştü. Ve ben şimdi kendisine soruyorum:

‘Sayın Erdoğan’ diyorum, o gün de siz vardınız, bugün de siz varsınız değil mi? İşin başındaki değişmiyor bakın. Peki ne değişiyor? Ekip değişiyor, ekip. Yanınızda talimatla çalışmayan, sadece milleti önceleyen, işini iyi yapan insanlar vardı. Şu anda öyle insanlar yok yanında. Demek kineymiş? ‘Ben, ben’ diyor ya işte sorunun kaynağı burada. Ve Amerikan Başkanı’nın, seçilen başkanın ilk kıtalararası ziyaretini yaptığı Türkiye’ye varken bir zamanlar, siz vardınız ama bizler de vardık. Ben ve benim gibi bu ülkeyi seven, işini düzgün yapan bir kadro vardı. Ama şimdi seçilen başkan, sizi 5 ay telefon kuyruğunda bekletiyor ve siz oradasınız. Demek ki başarının kaynağı ne? Başarının kaynağı düzgün kadrolar. Sorun tam da bu. Diplomasi kadrosunu zayıflattı, Dışişleri Bakanlığı neredeyse tamamen devre dışı kalmış durumda, işin uzmanlarıyla çalışmıyor artık. Aradaki fark çok açık. Şimdi bu farkın sonucunu görüyoruz. Amerikan Başkanı’nı biruluslararası toplantıda bir odada yakalamanın peşine düşmüş halde bu ülkenin başındaki kişi bakın. Çok yazık. Bakın, üçüncü bir kısa video var. Onu da arkadaşlar kısa bir izletsinler.

“Ben, ben, ben...’ ne ‘ben’i yahu? Nasıl olur?”

Şimdi diyor ki burada, ‘Ben, ben, ben’ demeyeceksin. Ama bunu diyen kendisi. Bunu yapan kendisi. Her şeyi kendinin yaptığını düşündüğü için, dünyanın kendi etrafında döndüğünü zannettiği için maalesef ülke bu hale gelmiş durumda.

Şimdi ben buradan Sayın Erdoğan’a sesleniyorum.

Sözünüzün kıymeti olsun, kıymeti. Kıymeti olsun ki sizi birileri dinlesin. Bir gün ‘Ey Amerika’ diyerek, ertesi gün ‘En Amerikancı biziz’ diyerek bu ülkede siz itibar sağlayamazsınız, bu dünyada itibar sağlayamazsınız.

Size bakarlar, “Ne diyor bu adam?” derler. “Daha dün ne diyordu, bugün ne diyor?” derler ve artık dinlemezler.

Hani diyordu ya ‘Bir de kalkmış bana ders vermeye çalışıyor’ diye, ihtiyacı var ne yapalım? Biz ders vermeye devam edeceğiz. Tavsiyelerde bulunmaya devam edeceğiz. Hiç olmazsa biz iktidara gelmeden 100 tavsiyede bulunuruz, belki 10’unu alırlar, yaparlar. Yine de memleketin menfaatidir.

Biz şimdi bir ders daha vermek istiyoruz, bakın. Gerçek dış politika ne demektir, DEVA Partisi’nin vizyonunu çok kısa paylaşacağım. Dış politika nedir?

Dış politika demek, diplomasi demektir.

Dış politika demek, siyasi diyalog kurmak demektir.

Dış politika demek, problemleri konuşarak çözmek, barışçıl yolu izlemek demektir.

Dış politika; düşmanları azaltmak, dostları çoğaltmak demektir. Ülkenin uzun vadeli çıkarlarına göre hareket etmek demektir dış politika.

Biz, DEVA Partisi’nin, işinin ehli ve liyakatli kadrolarıyla Türkiye’yi her yerde çözümün adresi yapacağız.

Bakın o dönemde bunları yaşadık. Birleşmiş milletler arabuluculuğun merkezini İstanbul’a taşımayı ve İstanbul’a bir merkez kurmayı planladı o zaman biliyor musunuz? ‘Siz bu işi çok iyi yapıyorsunuz’ diye. ‘Küsenleri barıştırıyorsunuz, kavga edenleri ayırıyorsunuz, savaşan ülkelerle konuştuğunuz zaman etkili oluyorsunuz, savaşı durdurabiliyorsunuz. Bari bu merkezi İstanbul’a taşıyalım. Sizin birikiminizden istifade edelim’ diye. Daha sonra tabii o projeden anında vazgeçtiler. Dediler ‘Ya Türkiye değişti, bırakın arabuluculuğu, bunlar kavganın tarafı oldu. Sorunun parçası oldu’ dediler. Proje kaçtı, gitti.

Ve değerli arkadaşlar,

Türkiye sağduyunun sesi olması gerekiyor. Barışın temsilcisi olması gerekiyor. Kuşkusuz güçlü ordumuz olacak. Ama güçlü ordu nedir arkadaşlar? Bir caydırıcı güçtür. ‘Bakın gerekirse NATO’nun en büyük ikinci ordusu bende ona göre dikkat edin’ dersiniz. Bunu çoğu zamansöylemenize de gerek kalmaz. Bunu hissettirirsiniz. Ama o gücü kullanmaya başladığınız anda gücünüz ölçülebilir hale gelir. Ne oldu Suriye’de? Hesapsızlık, kitapsızlık. 36 tane şehit verdik ve 36 şehit olayının hemen birkaç gün sonrasında Sayın Erdoğan Moskova’ya gitti. Bu kapıda bekletildiği günleri hatırlıyorsunuz değil mi? Normalde gidince bir ülkeye, bir devlet başkanı, o devlet başkanlığı en kötüsünden giriş katında bir arabasında karşılanır. Diplomasinin gereğidir. Arabada karşılamak yok. Merdivenden çıkıyor, kimse yok. Koridorda kimse yok, kapı kapalı. Kapının önünde bekledi ya. Çok üzüldüm, ülkem adına çok üzüldüm. Şehit veriyorsunuz ve atlayıp Moskova’ya gidiyorsunuz ‘Konuşsak bir bu işi’ diye. Bizim hedeflediğimiz Türkiye bu değil arkadaşlar, bu değil.

Biz dün Sarıkamış’taydık. 78 bin şehit vermişiz. Bu topraklar öyle hazıra konulan topraklar değil. Her bir karışı çok kıymetli. Biz hiçbir gücün önünde eğilmeyiz.

Konuşmanın başında Posoflu bir kardeşimiz geldi. Ne dedi? ‘Cesaretinizden dolayı sizi kutluyorum ama ne yapacaklarınızı anlatın ama benim şimdi işim var’ dedi. İşi, gücü var belli. Ben de dedim ‘Sen YouTube’dan daha sonra izle, biz anlatacağız.’

Hiç kimsenin merakı olmasın. Bakın biz bu yola baş koyduk. Dürüstlerin hukuku öncelikleyenlerin, dosdoğru olanların, aynı zamanda çok cesaretli olduğunda ülkenin sorunlarını çözersiniz. Ve biz doğru olmanın ve doğruları savunmanın, hakkın yanında olmanın gücüne sahibiz, hamdolsun. Ve bu ülkenin dış politikası, dış ilişkileri birilerinin şahsi bekası uğruna heba edilemez. Dış politikanın gerçek millî menfaatler doğrultusunda yürütülmesi gerekir. Rasyonalite ile yürütülmesi lazım.

DEVA dış politikası ile ülkemiz kendi kendine güvenen, güçlü ve uluslararası alanda söz sahibi bir ülke olacak.

Ve kıymetli arkadaşlarım, ülkemiz bundan topyekûn kalkınacak.

DEVA Partisi, tüm kadrolarıyla ülkemizi topyekûn kalkındırmaya hazır. Ve Türkiye’nin DEVA’sı hazır.

Değerli arkadaşlarım,

Bizler il il, ilçe ilçe gezip, hakikatin sesi olacağız.

Ben bilmiyordum, gelince arkadaşlar söyledi. Dediler ki; ‘Posof’a gelen ilk genel başkan sizsiniz. Daha önce böyle bir ziyaret olmamıştı’ dediler. Ben bilmiyordum ama il başkanımızla bir ay önce uzunca bir telefon görüşmesi yaptık. Ne yapalım, nereye gelelim? Dedi ki; ‘Sayın Genel Başkanım, sizi Posof’a götürmemiz gerekiyor. Orada güzel bir kongre yapacağız. Orada beraber olalım’ dedi. ‘Tamam’ dedim, bugün buradayız.

Bu milletin aklıyla, onuruyla, gururuyla alay eden zihniyeti, gittiğimiz her yerde anlatacağız.

Aziz milletimize kulak vereceğiz. Toplumun gerçek gündeminden de asla sapmayacağız.

Biz DEVA Partisi olarak bu ülkenin tek umudu olduğumuz bilinciyle çalışıyoruz, çalışmaya devam edeceğiz

Çünkü DEVA Partisi;

Kadınlarla gençlerle, çiftçilerle, emeklilerle, öğretmenlerle, işçilerle, esnafla;

Eşitlik için, adalet için, özgürlük için yola çıktı.

Çözüm haritamız belli. Çözümün sözcüsü bizler olacağız.

Ayrışmayacağız, ayrıştırmayacağız. Toplumu kutuplara ayırmayacağız. Hep beraber Türkiye’nin yaralarını saracağız.

Biz Türkiye’nin haysiyetli insanları için buradayız.
Artık Türkiye’nin DEVA’sı var, Posof‘un DEVA’sı var ve biz hazırız. Hepinize çok çok teşekkür ediyorum.