Sunucu: Ali Bey hoş geldiniz.
Ali Babacan: Hoş bulduk, teşekkür ediyorum.
Sunucu: Nasılsınız, iyi misiniz?
Ali Babacan: Ben iyiyim, sağ olun. Sizler nasılsınız?
Sunucu: Biz de gayet iyiyiz.
Ali Babacan: Tekrar geçmiş olsun. Fatih Bey'le ilgili gelişmelere çok çok üzüldük. Gerçekten Türkiye'de ifade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün büyük bir baskı altında olduğu bir dönemdeyiz. Türkiye'nin bilinen, seyredilen gazetecileri farklı türden yargısal kısıtlamalar altında, gözaltında olanlar, tutuklananlar bunlar bizi üzüyor. Fatih Bey gibi içinde çok başarılı bütün Türkiye'nin sevdiği bir ismin ve hukukçu arkadaşlarımızın incelediği kadarıyla da gerçekten son derece yetersiz bir dosyayla tutuklu yargılanması hukuk devletine yakışmıyor, Türkiye'ye yakışmıyor. Türkiye'de bizim arzu ettiğimiz, görmek istediğimiz medya özgürlüğüne yakışmıyor. Umarım ki; bu karar bir an önce sona erer. Umarım ki; bir an önce Fatih Bey özgürlüğüne kavuşur. Böyle boş koltukta değil, dolu koltuklarda yayınlar tekrar başlar inşallah.
Sunucu: Umarız Ali Bey, öyleyse siz Fatih Bey demişken ben hemen Fatih Bey'in geçen günkü mektuplarından birinde size eleştirdiği bir konuyla başlayayım istiyorum. Siz Özlem Gürses'in, gazeteci Özlem Gürses'in programına katıldınız. Orada da Türk Telekom konusu geçti. Fatih Bey'in de eleştirisi şuydu. Dedi ki; “Türk Telekom'un dedi özelleştirilmesi olabilir” dedi. “Ama finansmanı Türk bankaları sağladı” dedi. Yani Türkiye'nin malını Türkiye satın almış gibi oldu dedi. Eleştirisi buydu. Önce bunu sorarak başlayayım. Sonra daha zaten pek çok sorum var. Ya siz bu konuya katılıyor musunuz? Ne diyorsunuz?
Ali Babacan: Şöyle ki Türk Telekom'un özelleştirilmesi ve özelleştirildikten sonraki süreci belki iki ayrı başlıkla incelemek lazım. Türk Telekom'un özelleştirilmesiyle ilgili konu bundan tam 20 sene önce. 2005’te gerçekleşen bir işlem. Türkiye'de biliyorsunuz siyasette dün dündür bugün bugündür çok konuşulur. Tutarlılık testinden kimse geçmek istemez. Ama böyle 20 sene öncesiyle ilgili bana bugün hala bir soru soruluyorsa ben de böyle rahatlıkla cevap veriyorsam bu da herhalde Türkiye'de genel karmaşık siyasetten biraz farklı bir duruşumuzun olduğunu ortaya koyuyor. Çünkü her an hesap vermeye hazır, her an şeffaf bir siyaset benim için de çok önemli. Türkiye için de çok önemli. DEVA Partisi için de çok önemli. Önce onu ifade etmiş olayım. Bu 2005 yılında yapılan bir özelleştirme işlemi. 2005 yılında Türk Telekom'un %55 hissesi ihaleyle satışa sunuldu. Yaklaşık sanırım 12-13 tane firma yeterlilik belgesi aldı. Dört firma teklif verdi ve bir haftalık yoğun bir fiyat yükseltme ve pazarlık sürecinden sonra o günkü Özelleşme İdaresi Başkanlığımız %55’i için 6 milyar 550 milyon dolara Türk Telekom'un %55 hissesinin satılmasına karar verdi. O günkü bu 6 milyar 550 milyon doların tamamı yurt dışı kaynaklardan Türkiye'ye gelen paradır. Yani Türkiye içinden değil, tamamı yurt dışından sağlanan kaynaktır. Bu firma Türk Telekom'un %55 hissesini alan firma kendi sermayesi ve yurt dışından bulduğu kredilerle bu rakamı Türkiye'ye getirmiştir. Ödemesiyle ilgili süreç içerisindeki vade farklarında dikkate aldığımızda hatırladığım kadarıyla 7 milyar 200 milyon dolarlık hazinenin kasasına para girmiştir. Bu tamamı yurt dışından gelmiştir. Özelleştirme döneminden bahsediyorum. Artı özelleştirme öncesi Türk Telekom'un kasasında ve 2005 temettüsü olarak da toplam 2,5 milyar dolar nakit var idi. Özelleştirmeden önce bu 2,5 milyar doların tamamı da Hazine’ye aktarılmıştır. Yine sanırım 2008’de bir de halka arzı olmuştur Türk Telekom'un Hazineye ait hisselerinin %15’i, oradan da 1 milyar 900 milyon dolarlık bir gelir daha sağlanmıştır. Dolayısıyla bunu da dikkate aldığımızda yani toplamda yaklaşık 8,5 milyar dolar özelleştirmeyle alakalı, özelleştirme öncesi nakdin Hazineye aktarılmasını da dikkate alırsak 11 milyar dolarlık bu süreçte Hazine’ye nakit para girmiştir. Şöyle bir mukayese edecek olursak 2005 yılında Türkiye'nin toplam ihracatı 72 milyar dolardı. Yani bir ay boyunca yüz binlerce konteyner Türkiye dışarıya mal satıyordu. Bir ayda gelen ihracat geliri 6 milyardı. Sadece Türk Telekom'un özelleştirmesinden hazineye giren para neredeyse iki aylık ihracatın tamamı kadar bir paraydı. Ve hazine o dönemde bu paranın tamamını borç ödemeye kullandı. O günkü uyguladığımız ekonomi programının özelliği şuydu; “Ne kadar özelleştirme geliri gelirse onun hiçbirisi günlük harcamalarda harcanmayacak. O gün devlet çok borçlu. Devlet buna faiz ödüyor. Dolayısıyla bir an önce borcu azaltalım. Bu borcun faizinden kurtulalım” politikamız vardı. Dolayısıyla tamamı da borcun ödemesinde kullanıldı. Gelelim yerli bankalarda olan işleme bu Türk Telekom özelleştirdikten sonraki dönemle alakalıdır. Biliyorsunuz o dönemde yetki tamamen Ulaştırma Bakanlığı'nda artık Hazine’nin Türk Telekom’la ilgili özel bir kanuni düzenlemeyle yetkileri tamamen Ulaştırma Bakanlığı devredilmiş durumda. Ve o gün bir özel şirket olarak, artık bir özel sektör şirketi olarak Türk Telekom yerli bankalarla işlemler yapmaya başlıyor ve yerli bankaların da en büyük özel bankaları Türk Telekom'a kredi açıyor zaman içerisinde. Daha sonra özel bankalarla Türk Telekom arasındaki kredi alışverişiyle ilgili de uzunca bir süreç. Ta ki işte 2022’ de Varlık Fonuna tekrar o hisseler dönene kadar. Burada tabii orada çok uzun bir süreçten bahsediyorum. Ben sadece özelleşme kısmını anlatmış oldum. Özelleştirme sonraki kısmıyla alakalı da Türk Telekom halka açıkken bu kredi veren bankalarda özel bankalar ağırlıklı olarak, kamu bankaları daha az. Ağırlıklı olarak Türkiye'nin en büyük özel bankaları bu krediyi açıyor. Kendi ticari ilişkileri çerçevesinde. Bunların hepsi halka açık banka. Dolayısıyla Türk Telekom'la bu bankalar arasındaki ilişkiler SPK'nın raporlamasıyla halka açık şirketlerin tabi olduğu şeffaflık kurallarına göre de devam ediyor. Dolayısıyla o dönemin yani özelleştirme sonrası dönemin muhasebesine birileri oturup artı mıydı, eksi miydi, Türk Telekom'un yabancı hisseleri ne oldu, bankalar ne oldu? Bunun herhalde ayrı bir hesabı yapılır. Burada karıştırılan şu: Özelleştirme aşamasındaki finansman tamamen yurt dışından geliyor. Ama özelleştirildikten sonraki süreçte Türk Telekom bir özel şirket olarak, bir özel sektör firması olarak yerli bankalarla da kredi ilişkisine giriyor. Yani belki o birbirine karıştırılıyor. Hani yerli banka mı, yabancı mı özeti bu. Tabii binlerce sayfalık raporlar yazar birileri Türk Telekom ile ilgili günün birinde. Ama biz o dönem Hazine’den sorumlu bakan olarak, yani hazine bakanıyım o dönemde biliyorsunuz. Türkiye'nin çok büyük bir borcu var. Ve özel sektör işi daha rekabetle yapılıyor, daha verimli çalışıyor diye bakışımız var. Dolayısıyla mümkün olduğunca rekabet açık sektörlerde, özel sektör daha çok devrede olsun. Özel sektörün verimliliğinden yararlanalım diye özelleşmenin Fatih Bey de demiş ya; “Ya özelleşme iyi ama Türk Telekom” diye. O o perspektifle yapılmış işlemler bunlar. Yani 20 yıl sonra da olsa böyle bu soruları bana soruyor olmanız, benim de böyle gönül rahatlığıyla cevap vermem de ayrıca dediğim böyle hesap verebilir bir siyaset anlayışıyla baktığımızda güzel bir şey diye de düşünüyorum açıkçası. Yani Türk Telekom'un kısa özelleşme hikayesi bu ama özelleşme sonrası uzun bir hikayedir. Belki birileri bir gün çalışır, raporlaştırır ne oldu ne bitti. Tabii iş Varlık Fonuna gittikten sonra her şey kararıyor. Çünkü Varlık Fonu biliyorsunuz benim karşı çıktığım, Türkiye'de asla olmaması gerektiğini söyledim bir yapı. Ve bakanlık görevinden ayrılana kadar da izin vermedim bir yapı. Yani çok istiyorlar bir Varlık Fonu kuralım diye. Ben de itiraz ediyordum. Çünkü “böyle bir yapı Türkiye ekonomisi için uygun değildir” diyordum. “Bu getirse getirse Türkiye'ye varlık değil yokluk getirir” diyordum. Tam da korktuğum oldu. Varlık Fonu kuruldu. Bir sürü borçlandırdılar o Varlık Fonunu. Çok kısa bir yasası vardır Varlık Fonu’nun. Der ki; bu fon aklına geleni yapar, kimsede hesap soramaz. Varlık Fonu budur yani. Sayıştay bile denetleyemez Varlık Fonu’nu. Çünkü yasası öyle çıktı. 2016 da yaz aylarında böyle ayrıca onu Meclis’ten geçirdiler. Ben artık ayrılmıştım. O gün bugün bugündür de Varlık Fonu Türkiye'deki ekonomik sistemde, finansal sistemde büyük bir karanlık konudur, bilinmez yani. Dolayısıyla hesap vermezler, kimse denetleyemez. Böyle bir yapıdır orası.
Sunucu: Şimdi aslında “Hesap vermezler, denetleyemez” dediniz ya. Hemen şunu sormak istiyorum. Siz şimdi AKP'nin kurucu üyelerinden birisiniz.
Ali Babacan: Evet.
Sunucu: Yani orada sizin de imzanız var.
Ali Babacan: Evet.
Sunucu: Siz dünden bugüne hem AKP hükümetinin hem de siyasetin bugünlere geleceğini tahmin etmiş miydiniz? Ve bugünkü siyaseti ve ortamı nasıl değerlendiriyorsunuz merak ediyorum.
Ali Babacan: Ben aslında üç nesildir ticaretle uğraşan bir aileden geliyorum. Ankara'nın bir Çıkrıkçılar Yokuşu vardır. İstanbul'un Sultanhamam, Yeşildirek neyse Ankara'da Çıkrıkçılar Yokuşu vardır. Dedem rahmetli 1928’de ticarete başlamış. Sonra 1953’te babam devralmış. 1993’te de şirket yönetimini ben devraldım. Tamamen ticaretle uğraşıyordum. Ve bizim ailede bir siyasi parti üyeliği daha yoktu. Yani o kadar steril kendi halimde iç dünyasında bir aileyiz biz. Ancak o 28 Şubat'ın Türkiye'de oluşturduğu baskı iklimi ve 2001’deki ekonomik kriz ortamı bu AK Parti'nin kuruluşunun zeminini hazırladı bir miktarda. Ve o zaman geldiler ısrarla dediler ki; bizim siyasette farklı görüşlere ihtiyacımız var. Ekonomiyi, iş dünyasını bilen insanlara özellikle de gençlere ihtiyacımız var dediler. Çok ısrarla ısrarla derken bunun hikayesi çok yazılmış, çizilmiştir, babamdan beni istediler. Çünkü o zaman beraber çalışıyoruz. “Ya biz beraberiz. Şimdi bizim oğlan gitti siyasete. Bizim iş ne olacak?” Tabii ister istemez ticaretle uğraşan ailenin refleksleri budur. Ama dediler ki; bu memleket meselesidir. Çok önemlidir. Hep beraber bu ülkeyi tekrar kurtaracağız. 2001 krizi çok kötü bir krizdi hatırlarsanız yani. Gerçekten 20 tane banka battı. Yani Türkiye'nin milli gelirinin üçte birini kaybetti. Felaket bir krizdi. Bu kriz ortamı var. Şimdi bundan çıkmamız gerekiyor. Bu işi iyi bilen insanlara ihtiyaç var. Benim de Amerika'da bankacılık sektöründe çalışmışlığım vardı o zaman. Büyük bankalara danışmanlık yapan bir şirkette ben danışman olarak çalıştım. Oradaki okul sonrası. Yani işte dediler; “Ali Bey hem dünyayı biliyor, finans piyasasını biliyor. Türkiye'de ticareti biliyor. Yani böyle birilerine ihtiyacımız var bizim AK Parti'yi kurarken” dediler. AK Parti kurucularından olmam o vesilesidir. Yani yoksa şey değildir, hani çekirdekten gelme siyasetçilik değil benimki yani. Yani ülkeye hizmet etmenin, bir bakıma bu ülke bizi yetiştirmiş, bu vatanın nimetleriyle büyümüşüz, yetişmişiz, okumuşuz. Birikim oluşmuş. Bunu tekrar bu ülke hizmetine nasıl sunarım? Benim ilk o günkü duygular öyle. Yani AK Parti'nin kuruluşu da öyledir. AK Parti bayağı amatör bir ruhla aslında kurulmuştur. AK Parti'nin kuruluşunda mesela üç dönem kuralı vardır. Üç dönem kuralı ne der? Lider üç dönem dolduktan sonra ayrılır. Diğerlerinin önünü açar. Böyle tatlı dönüşüme gider bu partinin liderliği ve ülkenin yönetimi. Yani AK Parti'nin tüzüğünde bu yazar. Ama maalesef zaman içerisinde o ilkeler, o değerler tamamen bırakıldı. Yani o günlerde Sayın Erdoğan çıktı, her kürsüde söylüyordu AK Parti'yi kurarken. Diyordu ki; “Bu partide asla lider sultası olmayacak” diyordu. “Bakın ben kendimi üç dönemle sınırladım. Parti tüzüğüne yazdık. Hep beraber de arkadaşlarla imzaladık” diyor idi. Ama bir süre sonra bunların tamamı bırakıldı. Zaten bu kuruluştaki o ilkeler, önem verilen değerler yavaş yavaş bırakılmaya başlayınca, yozlaşma yaygınlaşmaya başlayınca da bizim artık yollarımız AK Parti'yle ayrıldı. DEVA Partisi'ni kurduk arkadaşlarımızla beraber. Ama ben o 2001’de siyasete ilk başlarken bu ülkeyle ilgili, bu vatanla ilgili hissiyatım neyse bugünkü hissiyatım da aynı. Yani oradaki çalışmanın artık Türkiye için bir fayda oluşturmayacağını, o yönetim zihniyetiyle bu ülkenin sorunlarını asla çözemeyeceğimize kesin kanaat getirdikten sonra ayrıldım. Ama nasıl çözeceğiz? Ne yapacağız? Yeni bir başlangıç gerekiyor dedik. Yeni bir yol açmak gerekiyor Türkiye'de dedik, Arkadaşlarımızla beraber DEVA Partisi'ni kurduk ve o yolda da devam ediyoruz. Yani ben onun için 2001, 2002, 2003 o günlerde ne söylediysem hala söylüyorum. Ha hiç yanlışlar yapmadık mı? Yaptık tabii. Mesela baştan özelleştirme sordunuz diye oradan bir örnek vereyim. Mesela bu özelleştirildikten sonra tekel olan kuruluşlar var. Mesela gaz dağıtım şirketleri, elektrik dağıtım şirketleri. Şimdi o kuruluşların özelleştirilmesi şöyle bir geçmiş muhasebesi yapacak olursak çok doğru olmadı. Çünkü ne oldu? O özelleştirildikten sonra da tekeller ya. Bu tekel güçleri de maalesef iyi kullanmadılar. Doğru düzgün denetim yapılmadı o şirketler üzerinde. Vatandaşlarımızın hizmet memnuniyeti sınırlı kaldı. Yani bunların olacağını baştan görseydik belki o özelleştirilmesi hiç yapılmaması, o dağıtım şirketlerinin devlete kalması daha iyi olacaktı diye de düşünüyorum mesela. Ama şu var ki ülkenin genel yönetimiyle alakalı demokrasi, insan hakları, özgürlükler, rasyonel ekonomi yönetimi, ekonomide fırsat eşitliği, ekonomide sosyal adaletin sağlanması, bütün bunlar 2001’de siyasete ilk adım attığım gün ne söylüyorsam, neyi savunuyorsam bugün hala aynı şeyi söylüyorum, aynı şeyi savunuyorum.
Sunucu: Evet diğer taraftan şunu da sormak istiyorum. Şimdi size DEVA Partisi'ni de soracağım ama bugün olanları peki nasıl değerlendiriyorsunuz? Yani bugün olanlardan kastım ekonomiyi ayrıca sormak istiyorum. Şimdi CHP'li belediye başkanları tutuklu yargılanıyorlar. İşte geçtiğimiz günlerde İstanbul İl Başkanı görevden alındı CHP İstanbul İl Başkanı. Yani sanki orada böyle dozu artan sürekli bir, özellikle muhalefete böyle bir “kontrollü muhalefet” cephesinde kalsın diye dozu artan yargı eliyle bir ne derler, çerçeve çiziliyor. Benim hissettiğim en azından bu. Siz bugün olup bitenleri hem de bir partinin lideri olarak nasıl görüyorsunuz?
Ali Babacan: Aslında bu soruyu bayağı meseleyi hafifleterek sordunuz. Mesele çok daha vahim bir mesele. Yani şu anda iktidar yargı kullanarak, yargı üzerindeki nüfuzunu kullanarak muhalefeti şekillendirmeye çalışıyor. Bundan bir süre önce Sayın Erdoğan'ın ifadesi olmuştur. Yani “Türkiye'deki muhalefeti de şekillendirmek, dizayn etmek galiba bize düşecek” demişti. Yani şu anda fiilen onu yapmaya başladı. Tabii ki dosyaların derinlerine inip, derinlerine bakınca her bir belediyeyle ilgili ne vardır ne yoktur, o yargı süreçlerinde hepsi ortaya çıkacaktır ama yani çok benzer durumlarda olan bir AK Partili belediyeyle CHP'li belediyeye eğer farklı muamele yapılıyorsa, yani yargı süreçleri CHP'li belediyelerle ilgili çok sert yürütülürken AK Partili belediyelerle ilgili hemen hemen hiçbir yargı denetimi yapılmıyorsa burada bir tarafgir bir duruş var. Burada bir yargıyı siyasi amaçlar hedefiyle etkilemek var. Yani bu tabii çok vahim bir durum. Türkiye'de biliyorsunuz bir Gezi Olayları oldu 2013’te. Ve gezi olayları sırasında bana hep şunu soruyorlardı; “Ya acaba bir otoriterleşme mi, ama biraz sertleşiyor hükümet. İktidar biraz daha sert söylemlerde bulunuyor. Ne oluyor Türkiye'de?” diye. Ben de diyordum ki; “Bu AK Parti'nin çıkışı baskı iklimine karşı bir isyandır, 28 Şubat sürecine. Dönüp dolaşıp da bu iktidarın kendisi bir baskı unsuru haline giremez herhalde” diyordum. “Bunu beklemememiz lazım” diyordum. Maalesef oldu. Yani süre çok uzayınca yani bu iktidarda kalma süresi çok uzayınca, bu üç dönem kuralları falan bozulunca bu devlet gücünü elinde tutma güç zehirlenmesine yol açıyor. Yani insanlar artık bu gücü elinde tutanlar kural tanımamaya, hukuk tanımamaya başlıyor. Şahsi istekler, arzular, hedefler, kuralların ve hukukun çok daha önüne geçiyor. Zaten bunun için bir söz söylüyoruz. “Devlet yönetme gücünü elinde bulunduranların hukukla ve süreyle sınırlandırılması gerekir mutlaka” diyoruz. Devlet yönetimi asıl en önemli birisi bu diye de söylüyoruz. Dolayısıyla maalesef bu yargının üzerinde baskı oluşturmak, yargı birimleri de basın üzerinde, iş dünyası üzerinde, sanat camiası üzerinde, sivil toplum üzerinde ve muhalefet üzerinde baskı oluşturmak Türkiye'nin maalesef bir gerçeği. Yani bugün şu anda bulunduğumuz yayını boş bulduk. Bu yayını niye boş bulduk yayını? Çünkü işte bu baskı unsurlarından bir tanesi de burada fiilen yaşıyoruz, görüyoruz. Ve bu öyle uygulanıyor ki mesela sivil toplumdan bilinen bir isim, “ya bunu ya herhalde onunla ilgili bir şey yapılmaz yani” denilen tek bir ismi siz tutukladığınızda bütün sivil toplumu pasif hale geçiyorsunuz. Kimse konuşamaz hale geliyor. Ya da çok tanınan, sevilen, etkili bir gazeteci arkadaşınızı tutukladığınızda bütün basın camiasına korku salıyorsunuz. “Bak kafamı bozmayın” diyorsunuz. Şimdi bunu maalesef bir süredir bu iktidar uyguluyor. Bu güzel ve büyük ülkemize yapışmıyor. Bir hukuk devletinde asla görmememiz gereken konular. Ve eğer hukukun üstünlüğü diyorsak bu demokrasinin olmazsa olmaz bir değeridir. Eğer hukuk yoksa, kural bazlı yönetim anlayışı yoksa, demokrasi sadece seçimlerden ibaretse o zaman seçimle işbaşına gelen, “Ben aklıma geleni yaparım, milletten yetkiyi aldım. Dolayısıyla kural tanımam, hukuk tanımam” demeye başlarsa, seçilmişler eliyle kaosa sürüklenen bir ülke görürüz. Demokrasi önemlidir, seçim önemlidir ama demokratik yollarla, seçim yolluyla işbaşına gelenlerin kanunlara, hukuka uyması lazım. Kanunlar, hukuklar güncellenmesi gerekebilir, hukuk normlarını güncellemek gerekir ara ara. Bunun adresi meclistir. Yani “Bugün kurallar yanlış, bugüne uymuyor” diyorsanız, derseniz Meclis’te yasal düzenlemeleri yaparsınız, kuralları değiştirirsiniz, ondan sonra ama yaptığınız her şey yine hukuk çerçevesinde olur. Yani gün itibariyle bugün bu saatte hukuk ne diyorsa buna uyacaksınız. Siyaset hukuk normunu da gerektiğinde değiştirme iddiasıdır ama önce onu değiştireceksiniz. Meclis’ten geçirebilirsiniz ya da referandumda Anayasa durumunda yaparsanız ondan sonra o yeni hukuk normuna uygun hareket edeceksiniz. “E ben Anayasayı tanımıyorum. AİHM karar almış tanımam. AYM'nin kararına uymuyorum, saygı duymuyorum” demeye başladığımızda o ülkede kaos olur. Yani o ülkede ekonomide asla düzelme olmaz. Yani ekonomik refah hukukla çok alakalıdır. Yani hukukun üstünlüğü olmadığı bir ülkede, geniş kesimlerin ekonomik refaha ulaşması mümkün olmaz. Bakın birkaç tane uluslararası sıralama şimdi size ifade edeceğim. Birbiriyle çok alakalı. Dünya basın özgürlüğü endeksinde Türkiye 180 ülke içerisinde 159. sırada. 180 ülkede dip yirmideyiz, 159. sırada, dünya basın özgürlüğü endeksinde. Hukukun üstünlüğü endeksinde 142 ülke içerisinde 117. sıradayız. Yani ne oluyor? Dipten 25 ülkeden bir tanesiyiz. Böyle olunca da en huzurlu ülkeler listesinde 163 ülkede de 146.’yız. Yani basın özgürlüğünde dipteyiz. Hukukun üstünlüğünde dipteyiz ama vatandaşın huzuru, mutluluğu endeksinde de dipteyiz. Ve bu düzelmez, düzelmez. Yani dünyada bunun bir örneği de yok. “Ben hem aklıma her geleni yapayım. Hukuku tanımayayım. Ama toplumda refah artsın, insanlar zenginleşsin.” Böyle bir şey yok bunun. Dünyada bir örneği yok yani. Onun için maalesef bu büyük ve güzel ülkemiz için çok üzülüyoruz. Ama bizim hani sadece üzülmek sadece vah, tüh demek gibi bir lüksümüz yok. Yanlışları görüyoruz. Düzeltmek için de çaba gösteriyoruz. “Doğrusu budur” diyoruz. Ve vatandaşlarımıza diyoruz ki; siz bize yetkiyi verin. Bakın sorunlar nasıl düzelir, nasıl Türkiye ayağa kalkar, nasıl bu ülke yeniden şahlanır? Onu biz yaşar, yaşatırız diyoruz.
Sunucu: Şimdi bu sorun dediniz ya Ali Bey, diğer tarafta da ekonomi var. En büyük sorunlardan biri de o. Şimdi önce şunu sorarak başlayayım. Siz Mehmet Şimşek’le de çalıştınız.
Ali Babacan: Doğru.
Sunucu: Şu anki iktidarın ve Mehmet Şimşek’in ekibinin bu kriz ortamını, ekonomik krizi çözmesi mümkün mü? Ve şunu da ekleyip devamına, bu ekonomik krizin, yani bu ekonomik ortamın tek sebebi finansal ve mali sorunlar mı?
Ali Babacan: Şimdi öyle diyenler çok yanılıyor. Yani evet ekonomide, finansta gerçekten 2017-2018’den beri çok büyük hatalar yapıldı. Yani bir dönem biliyorsunuz Merkez Bankası üzerinde korkunç bir baskı oluşturdu. Merkez Bankası'nın politika faizi olması gerekenden çok daha aşağı bir noktaya doğru baskıyla indirildi. Ondan sonra enflasyon patladı. Bu sefer enflasyon patlayınca biz bunu nasıl düşürürüz? İşte kuru nasıl kontrol altına alırız? Derken bu sefer Kur Korumalı Mevduat denen bir başka garabet, bir başka yanlış ortaya çıkarttılar. Onun da ülkeye çok büyük maliyeti oldu. Ve şöyle baktığımızda gerçekten 2017, 2018’den bu yana Türkiye'de aslında bir ekonomi politikası yok. Yani sadece kimin aklına ne geldiyse, kim ne önerdiyse işte Cumhurbaşkanı da neye ikna olduysa ya da ne istediyse böyle birbiriyle çok da bağı olmayan rastgele adımlarla şu anda ülke yönetiliyor. Doğru Mehmet Bey, Mehmet Şimşek 2007’den itibaren benim yakın çalışma ekibimde oldu. Cevdet Yılmaz şu anda Cumhurbaşkanı yardımcısı. 2005’ten itibaren benim yakın çalışma ekibimde oldu. Uzun yıllar beraber çalıştık arkadaşlarımızla. Fakat bu her iki arkadaşımızın da yetki çerçevesi çok çok sınırlı. Yani şu anda Mehmet Bey'e verilen görev sadece sadece faizi tamam yükselteceksen sen yükselt. Kötü adam sen ol. Ben de o tarafa bakmayayım. Hiç faizi konuşmayayım ama tamam yükselt. Vergiyi yükseltmesi gerekiyorsa yükselt. Bugün bakıyorum vergi düzenlemelerinde hemen Mehmet Şimşek'in fotoğrafları çıkıyor. Ya bu ülkede bütün yetki aslında tek kişi de değil mi? Bu ülkede her bir vergi artış kararının altında Cumhurbaşkanı imzası vardır. Yetki Cumhurbaşkanı'ndadır. Yani vergi oranları düzenleniyor ya arada bir. Vergi oranı düzenleme yetkisi Cumhurbaşkanı'ndadır. Bu ülkede herhangi bir vergi oranı arttıysa onun altında Cumhurbaşkanı imzası vardır, Erdoğan imzası vardır. Onun izni olmasa Mehmet Şimşek'in herhangi vergiyi arttırması mümkün mü? Onun faizi arttırması mümkün mü? Ama şu anda gayet güzel bir şekilde siyasi açıdan Sayın Erdoğan kendini daha steril bir alanda tutuyor. İki kötülüğü, faiz yükseltme ve vergi yükseltme kötülüğünü Mehmet Şimşek'e yaptırıyor. Tutarsa tutar. Tutmazsa hemen mesafeyi koyabilir, hemen dirseğini çevirebilir. Tutarsa da diyecek ki; “Bak ben baktım, ben yaptım, ben ettim” diyecek. Dolayısıyla böyle bir fırsatçı bakış, fırsatçı bir yaklaşımda görüyorum maalesef. Fakat enflasyon bunlarla arzu ettiğimiz noktalara inmez, inemez. “Tek haneli enflasyon” diyorlar değil mi? Tek haneli enflasyon. Ya 2018’den beri sürekli Sayın Erdoğan “Enflasyonu tek haneye indireceğiz” diyor. “Tek haneye indireceğiz” diyor. Tarih veriyor. 2018’den bu yana tam yedi yıl geçmiş. Şu anda tek haneli enflasyon için verdikleri tarih de bundan üç yıl sonrası. İlk başladığı 2018’den beri “tek haneli enflasyon” diyor. Bugün diyor ki; “2028’de tek haneye indireceğiz” diyor. Ya sen on sene sonra daha indirebileceğini söylüyorsun. O gün gelince yine inecek mi yine inmeyecek. Bu kafayla giderlerse yine inmeyecek. Çünkü enflasyon sadece faiz arttırmakla inmez. Enflasyon aynı zamanda devletin tasarruf etmesiyle iner. Bak ilk başta özelleştirme dediniz değil mi? Biz ne yaptık? Özelleştirme gelirinin tamamını borcu azaltmakla kullandık. O kadar borca faiz ödemedik. Diyelim ki o gün 8 milyar dolar para geldiyse 8 milyar dolar borcu azaltınca 8 milyar doların faizinden kurtulduk mesela değil mi? Bu nedir? Onu harcayabilirdik ama öyle bir ekonomi programı yazdık o zaman “Yok” dedik. “Böyle bir şey yok. Devlet bunu böyle har vurup harman savuramaz. Madem borcumuz var, varlığımız var. Eğer bir özelleşme varsa bu sadece borç ödenerek kullanılacak.” Şu anda öyle bir şey yok. Bir tasarruf kaygısı yok devletin. Vatandaşa diyorlar ki, “sabır” diyorlar. “Tasarruf edeceksin” diyorlar. “Biraz daha bunlara katlanacaksın” diyorlar. “Türkiye'nin düşmanı çok” falan diyorlar. Peki devlet olarak sen hangi tasarruf ettin bugüne kadar? Hangi harcamanı azalttın? Yani neye dikkat ettin? E vatandaştan istediğin tasarruf ruhunu devlet olarak sen yapmazsan bu ülkede enflasyon düşer mi? Düşmez. Mesela Mehmet Şimşek, Cevdet Yılmaz bunları ne yapması lazım? Tasarruf için gidip Erdoğan'ı ikna etmeleri lazım. “Efendim olmaz bakın, bu kadar vatandaş perişan. Bizim de devlet olarak tasarruf etmemiz lazım” diye ikna etmesi lazım. Ne yapmaları lazım? Kamu İhale Yasasını değiştirmeleri lazım. Biliyorum ki şu anda masaların üzerinde hazır Kamu İhale Yasası. Hangi Kamu İhale Yasası? Avrupa Birliği'ndeki bu 27 ülkenin şu anda uyguladığı hatta ayrılan İngiltere'nin de uygulanmaya devam ettiği Avrupa Birliği'ndeki 33 fasıldan bir tanesi olan Kamu İhale Yasası’nın Türkiye'de de uygulanması lazım. Biz hep bunu savunuyoruz. Ya diyoruz ki, bu kadar ülke bunu uyguluyorsa, bu kadar Türkiye'den de büyük ekonomisi olan ülkeler yatırım yaparken, kamu parasını harcarken bu kurallara uygun yapıyorsa biz bundan niye kaçıyoruz? Ya bugün ben bu ülkenin Cumhurbaşkanı olsan halkımızdan o yetkiyi alsam inanın bir ayda bunun Meclis’ten geçmesini sağlar, en geç üçüncü ayda yeni kamu ihale yasasını uygulamaya başlarım. Siz o zaman tasarrufu görün. Şu anda 3 liraya mal ettikleri deprem konutunu bak iddialıyız, biz 1 liraya mal ederiz. 200 bin konut bitirdik diyorlar değil mi? Biz aynı parayla 600 bin konutu yapardık. Hepsi açık. Mimarlar, mühendisler odaları birliklerinin açıkladıkları inşaat maliyeti tablosu var. Bir de bu deprem konutlarına verdikleri fiyatlar var. Verdikleri fiyat diyorum çünkü ihale falan yok. Bakın, Türk Telekom'da 13-14 tane firmadan bahsediyorum. Dört tane firma gelmiş, kıyasıyla rekabet edilmiş. Öyle özelleşmiş. Burada rekabet falan diyor. Diyorlar ki; “Arkadaş şurada 4 bin tane deprem konutu var bunu sen yap. Şurada da 3 bin konut var bunu da sen yap.” Yarışma yok. “Kim daha ucuza yaparsa ben ona vereceğim” demek yok. Dolayısıyla bakıyorsunuz inşaat maliyeti tablolarına bir de verdikleri fiyatlara, korkunç farklar var. Sadece deprem konutu bu değil mi? Memleketin en acil ihtiyacı. Tasarruf olmayınca, yani Kamu İhale Yasası değişmeyince bu ülkede enflasyon düşmez, ekonomi düzelmez. Yine ekonomide çok önemli bir husus güvendir değil mi? Güven. Yani insanlar güvenecek. Neye güvenecek? Mesela TÜİK ayın üçünde enflasyonu açıkladı. %33 dedi. Peki %33 enflasyon diyen TÜİK'e soruyorsunuz; arkadaşlar sen bu enflasyonu hesap ederken peynirin kilosunu kaç lira kabul ettin? Zeytinin kilosunu kaç lira kabul ettin? Ayçiçek yağının litresini kaç lira varsaydın? Yani nedir fiyatların? “Onu söylemem” diyor. Ya bir dakika şimdi Ali Babacan’ın tam 11 yıl boyunca bu ülkenin ekonomisinin başında olduğu dönemdeki TÜİK her ay muntazam olarak bunların fiyatlarını açıklarken ve enflasyonu da “Bakın bu fiyatlar, piyasa fiyatları budur, ben de buna göre bu enflasyonu hesap ettim” derken bugünkü TÜİK niye fiyatları açıklamıyor? Şimdi diyor ki, “Enflasyon %33” diyor. “İnan” diyor. Ya inanmıyorum. İspat et. İspat et. De ki; “Bu enflasyonu hesap ederken geçen sene peynirin kilosu şuydu, bu sene bu oldu. Geçen sene gömleğin fiyatını bu alıyordum, bu sene bunu aldım. Çarptım böldüm bunu hesapladım”. “Yok” diyor “onları ben söylemem” diyor. Eskiden söylüyordu TÜİK, şimdi niye söylemiyorsun? Neyi kimden gizliyorsun yani? Şeffaflık olmayınca güven olmaz. Bir başka örnek. Merkez Bankası'nın piyasa müdahalesi değil mi? Şimdi ne oldu? Bu mahkeme kararıyla CHP'nin İstanbul ilk kongresiyle ilgili iptal kararı çıkınca borsada hareket gördük değil mi? Ama baktık kurda bir hareket yok. Şimdi kurda bu hareket niye yok? Acaba gerçekten piyasa çok güveniyor onun için mi kurda hareket yok yoksa acaba Merkez Bankası arka kapıdan 3 milyar dolar, 5 milyar dolar döviz sattı da kuru ancak öyle mi o noktada tuttu? Bunu bilmiyoruz. Ali Babacan'ın ekonomi yönetiminde olduğu 11 yıl boyunca bunlar Merkez Bankası'nın web sitesinde yayınlanıyordu da bugün gittik baktığınızda hâlâ vardır. E bugün siz bunları niye yayınlanıyorsunuz? Damadın ekonominin başında olduğu dönemden sonra Merkez Bankası'nın alıp sattığı döviz rakamlarını niye gizlemeye başladınız? Ya bu döviz kimsenin babasından miras kalan döviz değil. Bu döviz milletin dövizi. Bu ülkenin dövizi. Sen eğer alıyorsan satıyorsan bunu söyleyeceksin. “Bugün bu kadar aldım, bugün bu kadar sattım” diyeceksin. Bugün diyelim ki, döviz kuru örnek veriyorum, 41,5. Bu 41,5 lira acaba piyasanın kendi dengesinde oluşmuş bir rakam mı? Yoksa Merkez Bankası dediğin gibi 3 milyar, 5 milyar dolar döviz satarak mı onu o noktada tutuyor? Ya da bir başka gün acaba Merkez Bankası çok yoğun döviz girişi var Türkiye'ye, bugün 5 milyar dolar aldı da döviz düşmesin diye, öyle mi o noktada tutuyor? Yoksa piyasada mı oluşuyor? Bunu kimse bilmiyor bakın şu an. Halk bilmiyor. Ha hiç kimse bilmiyor derken bilen bir avuç insan var ve bilen bir avuç insan da bu işten büyük paralar kazanır. Çünkü bu kadar büyük rakamlarda eğer bir bilgi geniş kitlelerde yoksa, bir avuç insan onu biliyorsa o bir avuç insan servetine servet katar. Bilmeyenlerin sıkıntılarına para kazanmıyorlar. Şeffaflık bunun için önemlidir. Yani şeffaflık ne demek? Bilgi simetrisi demektir. Bütün milletin her devletin önemli bilgisini aynı anda öğrenmesi, bilmesi demektir. Bilgi simetrisiyle ancak fırsat eşitliği sağlanır. Yoksa parası olan parasına para katar, yoksullar da daha çok yoksul olur. Şu andaki Türkiye'nin içe düştüğü durum bu maalesef. Yani bu damat döneminden başlayan ve maalesef Mehmet Şimşek ve Cevdet Yılmaz döneminde de değiştirilmeyen şeffaflıktan uzak yönetim anlayışı Türkiye'de servet dağılımı da çok bozuluyor. Bakın Türkiye'de şu anda servetin, toplam servetin %40’ı %1’in elinde. Bunu TÜİK rakamlarında görmüyorsunuz. Çünkü TÜİK sadece gelir dağılımını yayınlıyor. Ona da inanırsak. Servet dağılımı nereden öğreniyoruz? İsviçre'de yatırım bankaları bunu açıklıyor. Yani İsviçre'de oldukları için İsviçre'deki paralar dahil dünyada kimin ne kadar parası olduğunu onlar daha iyi biliyor. Bizim vatandaşın parası burada değilse İsviçre'de ise onlar biliyor ya. Onlar bu rakamları hesap ediyorlar da açıklıyorlar. Ve korkunç yani Avrupa'da ve OECD'de servet dağılımının en bozuk olduğu ülkeyiz ve servet dağılımı bozulmaya da devam ediyor. Diyorlar ki; “Türkiye'nin ekonomisi %4 küsür büyüdü.” Ya şimdi bu şu anda değil mi, kameraman arkadaşlarımız var, reji var. Yani salonda bir altı-yedi kişiyiz şu anda. Her ne kadar muhtemelen kamera sadece beni gösteriyorsa yani ben soruyorum; reel olarak enflasyonun üzerinde, gerçek reel enflasyonun üzerinde %4, %5 maaşı artan, geliri artan var mı bu salonda? Eminim yok. Şimdi emeklerimize sorun, gerçek enflasyonun üzerinde bir de %4-5 büyüme kadar emekli maaşı artan bir vatandaşımız var mı? Yok. Peki, bu büyüme var. Bu büyüme kime yarıyor? İşte o zaten serveti olan insanlar var ya. Kur Korumalı Mevduat’tan servetine servet katan. Yüksek faizden parası olup da servetine servet katan. Onlar mutlu. Ama geniş kitleler mutsuz. Onun için huzur endeksinde, mutluluk endeksinde diplerdeyiz demin gösterdiğim rakamlarda. Yani bunların hepsi birbiriyle çok ilgili. Yani Mehmet Şimşek dediniz, oradan bu konulara girdik. Yani arkadaşlarımızın alanı çok dar. Hatta daha mesela şu anda ben ülkenin cumhurbaşkanı olsam, Cevdet Yılmaz, Mehmet Şimşek benim ekibimde olsa biz onlarla neler neler yaparız yani. Çünkü zamanında beraber çalıştık. O arkadaşların önünü açarız, yetki veririz. Deriz ki gidin adalet için elinizden geleni yapın. Reformlar yapın. Cevdet Yılmaz, Avrupa Birliği konusunda da ben 2005’te Avrupa Birliği Başmüzakerecisi olduğumda o Avrupa Birliği genel müdürüydü. En yakın 4-5 kişilik bir çalışma ekibime hemen aldım Cevdet Bey'i. Hep çok iyi işler yaptık. Yani biraz da hangi ortamda nasıl çalıştıkları var. Yani deseniz ki şimdi bugün Cevdet Bey’e; “Ya arkadaş biz her konuda Avrupa Birliği standartlarına ulaşmak istiyoruz. Yargı başta olmak üzere, hukuk adalet başta olmak üzere” diye. Cevdet Bey yeni çalışmayı yapar getirir. “Hadi Meclis’te bunu geçirelim” dediğimizde gayet iyi savunur, geçirir hiç sorun yok. Ama şu anda onların önünü açan biri yok yani. Tam tersine yanlışları savunmak zorunda kalan, başkalarının ayıplarını, hatalarını örtmeye çalışan eminim ki kendi iç dünyalarında da fırtınalarla yaşayan insanlar şu anda bu arkadaşlarımız.
Sunucu: Bu söylediğiniz biraz ben şeyden de anlıyorum. Mehmet Bey, Mehmet Şimşek ilk göreve geldiğinde “kamuda tasarruf” dedi. Daha sonra genelgeler yayınladı. Bir süre sonra bir süredir yani çok uzun süre sonra geçmeden bu terk edildi ve kamuda tasarruf konusunda da biz kamunun hiçbir harekette bulmadığını gördük.
Ali Babacan: Çünkü “itibardan tasarruf olmaz” diye bir mottosu var ya Sayın Erdoğan’ın. Öyle ki o bana verilmiş bir cevaptır bu arada. Yani ta zamanında “tasarruf” derken o ülkenin en hızlı büyüdüğü dönemlerdi. Görevli olarak en zenginleştiğimiz dönemlerdi; “Bir dakika bugünler iyi günler. Bu günlerde tasarruf etmeliyiz ki kötü günler geldiğinde o tasarruflarımızdan harcayalım. Dolayısıyla bir denge sağlayalım. Ak akçe kara gün içindir” dedik değil mi? “Ak akçe kara gün içindir” diye biriktirdiğimiz her şeyi sıfırladılar. Yani Merkez Bankası'nın döviz rezervini sıfırladıkları gibi Merkez Bankası'nın yedek akçelerini de sıfırladılar. Bu o günlerde dikkatten kaçtı. Damat döneminde Merkez Bankası'nın yıllardır biriktirdiği yedek akçeler bir günde sıfırlandı. Ve bütçe harcamasında eridi gitti parayla. İçim cızladı yani. Yani “yazık” dedim. “Yıllardır bu ülkenin kara günü için biriktirdiği Merkez Bankası'nın yedek akçesi” dedim ya. Yapılır mı? Yapılır mı? Sırf kötü yönetim. O kötü yönetimin sonucunu kapatmak için yaptıkları işler bunlar maalesef. Ama şöyle karamsar olmak için hiçbir sebep yok. Türkiye çok büyük bir ülke. Çok önemli bir sanayi alt yapımız oluştu. Yani düzgün bir yönetimle, iyi bir kadroyla hemen bu ülke ayağa kalkar. Hemen şahlanır, kanatlanır, uçar. Yani inanın bakın şu son 10 yıldır Türkiye'ye kötü yönetilmemiş olsaydı, bu üç dönemden sonra gerçekten “illa burada oturacağım” demeyip de kendisinden sonraki nesillerle ilgili tatlı bir dönüşüm Erdoğan yapabilseydi, dürüst ve ehil kadrolar bu ülkenin kilit noktalarında yönetici olarak devam etseydi bugün bizim milli gelirimiz 30 bin dolardı. Türkiye Cumhuriyeti kişi başına düşen milli gelirde rahat 30 bin dolar olan bir ülke olurduk biz burada. Rahatlıkla olurduk. Sadece kötü yönetim, inat, hukuksuzluk, adaletsizlik ve bütün bu devlet imkanlarının dar bir menfaat şebekesine akıtılması, aktarılması maalesef ülkemize bu hale getirdi.
Sunucu: Peki Ali Bey sizin yani bu ortamdan, bu durumlardan çıkmak için yani krizin, hukukun vesaire, siz DEVA Partisi’nin siyasi lidersiniz ve planlarınız var sizin, çalışmalarınız var. Ya biraz bunlar nedir? Yani bu krizden nasıl çıkılır, bu siyasi ortamdan nasıl çıkılır, nasıl bir stratejimiz var burada?
Ali Babacan: O bizim stratejiden öte bakın, şu anda ana muhalefet partisi parti programını güncelliyor. Biz parti programının çok daha ötesine geçtik. Üç tane 5 yıllık kalkınma planını koordinasyonu yapan bir kişi olarak, yani Türkiye'nin 15 yıllık kalkınma planı hazırlığını, koordinasyonunu ben yaptım. Çarpı beş, on beş yıllık. Aynı o ciddiyette biz bunu hazırladık. Yani Türkiye'nin her alanındaki sorunlarının nasıl çözüleceği, nasıl bir takvimle çözüleceği ile ilgili her şey var burada. Her şey hazır. Şimdi ama bunların en en çok da temelinde ne var biliyor musunuz? 10 no’lu hazırlığımız. Yani adil yargı, 198 madde. Anayasa değişiklikleriniz her şey bu ülkede yargı nasıl bağımsızlaştırılır? Ama bağımsız olan yargı da bağımsız olduktan sonra nasıl tarafsız çalışır? Yargın Türkiye'de artık yargının bağımsızlığı yetmez. Yani “iktidar yargıya karışmasın.” Tamam ama yargı içerisinde öyle klikler oluştu, öyle yapılanmalar meydana geldi ki o klikleri-yapılanmaları eğer bir şekilde normalleştirmezseniz, bir şekilde yargının insan kaynağı yapısını normalleştirip yani “Ben bu ülkenin vatandaşlarının hukuka ve adalete ulaşması için çalışıyorum. Yargı olarak benim görevim budur. Benim arkadaşlarımın, benim gurubumun, beni bu pozisyona getirenlerin çıkarı değil, milletin çıkarı için. Gerçekten halk yerini bulsun, adalet yerini bulsun” diye çalışan bir yargı sisteminin Türkiye'de oluşması gerekiyor. Yani insan kaynağı yapısı dahil burada çok çalışma gerekiyor. Ama bunun hepsi hazır, ne yapılacak? Tek tek… Doğu Avrupa ülkelerinde güzel örnekler var. Yani onlar o kapalı Sovyet yapısından Avrupa Birliği Sistemi'ne, Avrupa Konseyi Sistemi'ne geçerken yargılarını nasıl reform ettiler? Bunun hepsi var. Hepsi var. Bu iş bizim işimiz. Memleket yönetmek, devlet yönetmek bu bizim işimiz. Yani yaptık, çok daha iyisini yaparız. Mesela dürüst ehil kadrolarınız var mı? İstişareyle yönetiyor musunuz? Karar alırken istişare ediyor musunuz? Ve belki de en önemlisi her konuda adaletle hareket ediyor musunuz? Yani adalet sadece yardım meselesi değil. Sadece yardım değil, adalet aynı zamanda sosyal adalet. Adalet fırsat eşitliği. Şimdi üniversite kayıt dönemindeyiz değil mi? Mesela eskiden eğitimdeki fırsat eşitliği şu anda Türkiye'de kalmadı. Yani eskiden maddi durumu zayıf ailelerin çocukları Anadolu liseleri, FEN liseleri gibi çok iyi eğitim sistemi olan devlet okullarından, o kanaldan giderlerdi ve çok iyi üniversitelerde girmesi en zor bölümlere rahatlıkla gidebilirlerdi. Ama şu anda maddi durumu zayıf bir ailenin çocuğunun bu şekilde iyi bir eğitim alıp da iyi bir üniversiteyi kazanması artık neredeyse imkansızlaştı. Yani dünyanın parasını harcayıp üniversite hazırlık işte kurslar, kitaplar, şunlar, bunlar yani adeta para akıtmadan gençlerin o arzu ettikleri, hayal ettikleri iyi üniversiteyi kazanmaları çok çok zorlaştı. Yani adalet sadece yardım değil, adalet bu ülkenin gençleri için adalet. Onlara fırsat eşitliği, eğitimde fırsat eşitliği. İş dünyasında fırsat eşitliği. Bir gencimiz okulu bitirdi, iş hayatına atıldı. Değil mi? Girişimci. Girişimciler için fırsat eşitliği. Yani herkesin önünün açık olması. “Ya ben ancak bir torpil bulursam, birilerinin desteği olursa ben bu ülkede iş yapabilirim. Benim torpilim yoksa, bağlantım yoksa, işte belediyeden ya da bakanlıklardan kimseyi tanımıyorsam ben bu ülkede iş yapamam, girişimci olamam” hissi şu anda çok yani. Halbuki herkesin önünün açık olması lazım. Fırsat eşitliği olması lazım. Alın terinin ve akıl terinin bir karşılığı olması lazım ülkenin. Şu anda alın terinin, akıl terinin karşılığı yok. Yani gençler üniversiteye bakıyorsunuz, üniversitedeki çabaları yavaşlıyor. Yani hangi üniversite hocasıyla konuşsam diyorlar ki; 10 yıl önceye göre, 20 yıl önceye göre başarı oranları düştü üniversitelerde. Niye? Ya benim aldığım not ya da buradaki gayretim bir şey fark etmiyor ki. Ben yine iş ararken eğer torpilim varsa iş buluyorum, torpilim yoksa iş bulamıyorum. Geldiği durum bu. Yani çabanın, çalışmanın, alın terine karşılığı alamıyor insanlar. Adalet burada da adalet gerekiyor. Çalışanın çalışmasının karşılığını alabildiği, hak edenin hakkını alabildiği bir Türkiye oluşturmamız gerekiyor hep beraber. Bu mümkün mü? İnanın mümkün ya. Bunların hiçbirisi hayal değil bu. Bu anlattıkların hiçbirisi hayal değil. Rahmetli Mehmet Ali Birand bu Avrupa Birliği müzakereleri başlayınca “Çok sevindim” dedi; “ya hayalim de görsem, rüyamda görsem inanmazdım. Bugünler de oldu bu ülkede” dedi. Ben de ilk başmüzakereciyim ya ara ara sohbet ederdik. Çok da iyi gazeteci yetiştirdi sağ olsun. Yani bazı insanlar var. Kendi iyidir ama bazıları kendisi gibi iyi insanlar da yetiştirir. Mehmet Ali Birand’ın öyle bir özelliği de vardı. “Ben hayal bile edemezdim” dedi. Yani “hayal edemediklerimiz oluyor burada” dedi. Mesela biz ilk altı sıfırı paradan atacağız diye ilan ettiğimizde o zaman Emin Çölaşan çok ağır bir köşe yazısı yazdı. Yani çok ağır ifadeler kullandı, “O mümkün değil ya. Bu ülkede böyle bir şey kimse yapamaz” gibilerden. Oldu yani. Dolayısıyla bunları hiç yaşamamış olsak deriz ki; “ya Türkiye'den bu kadar olmuyor kardeşim, bizden bu kadar.” Bir de şunu da görüyorum. “Ya galiba millet de istemiyor. Yani millet de bu duruma razı” diyorlar falan. Ben o fikre katılmıyorum. Milletin bu duruma razı olduğuna, bununla yeterli, ben bunu yeterli gördüğüne inanmıyorum, öyle bir şey yok. Ya diyorlar; “Galiba millet, bu millet temiz yönetim diye bir derdi yok.” Yani hatta “İnsanlar yolsuzluklara da alıştı bunu artık kanıksadı, bu milletin öyle bir derdi yok.” Ben buna kesinlikle inanmıyorum. Öyle bir şey yok. Yani milletimiz görse ki; “ya burada bir temiz bir alternatif var. Gerçekten bunlar temiz, dürüst bir şekilde çalışır. Çalmaz, çaldırmaz. Yemez, yedirmez ve bu ülkenin sorunlarını çözer.” Diye gerçekten inansalar, ikna olsalar, görseler, bilseler insanlar buna destek verir. Yani ben buna inanıyorum. Dolayısıyla ben bu ülkeden ya da bu milletten ümidini kesenlerden değilim asla. Bu umutla çalışacağız. Türkiye dönem dönem başarılı olmuştur. Dönem dönem sorunlar yaşamıştır. Şu anda yaşadığımız sorumlu bir dönemdir, bir krizler yönetimi. Ama bu dönem de bir gün gelir geçer yani. Hiçbir kriz ilelebet gitmez. Hiçbir yönetim ilelebet gitmez. Hiçbir baskıcı rejim ilelebet sürmez. Yani gün gelir düzelir. Biz de o günü getirmek için bunu düzeltecek günleri bir an önce gerçekleştirmek için çalışıyoruz, çabalıyoruz. Bizim de amacımız, hedefimiz şu anda bu.
Sunucu: Şimdi hedefimiz dediniz ya Ali Bey şunu da sormak istiyorum. Yani tüm samimiyetimle söylüyorum. Siyasi partiler içerisinde muhtemelen en azından benim gözlemim, en fazla çalışan hani en fazla ne derler çalışmalarını efendime söyleyeyim, planlarını, projelerini işte yani tamamlayan sizsiniz gibi hissediyorum. Çok çalışıyorsunuz hakikaten. Ama günün sonunda bir siyasi parti olarak kendinizi başarılı görüyor musunuz? Yani günün sonunda iktidar hedefiniz hakikaten yani sizin arzu ettiğiniz kadar yakın mı?
Ali Babacan: Bizim hedefimiz orada sapasağlam duruyor. Yani biz DEVA Partisi olarak veya bizim gibi düşünen, bizim iddialarımızı, duruşumuzu paylaşabileceğimiz aynı Türkiye hayali etrafında ulaşabileceğimiz diğer partilerle ya da diğer siyasetçilerle beraber o hedefe doğru yürüyoruz. Ama soru şuysa, ya yeteri kadar biz kendimizi izah edebildik mi? Yeteri kadar insanlara ulaşabildik mi? Yeteri kadar geniş kesimlerden destek görüyor muyuz? Şu anda arzu ettiğiniz noktada değiliz. Yani o arzu ettiğiniz nokta bunun çok daha ötesinde. Tabii ki burada iki konu var. Bir ürün; yani Türkiye için bizim hazırlığımız. Bundan emin miyiz? Eminiz. Yani defalarca test edilmiş. Dünyanın pek çok ülkesinde başarılı olmuş. Bizim her şeyimiz hazır. Ama biz bunu yeterince anlatabiliyor muyuz? Yeterince insanlara izah edebiliyor muyuz? Yani birisi hatta birkaç kişiden ben duydum. Dediler ki; siz hani siyasette öyle çok kaliteli ürün satan bir butik gibisiniz. Yani giriyorsunuz her şey süper kalite. Bir numara, on numara. Ama bir de bu işin pazarı var. İşportası var. Şimdi siz burada çalışıyorsun ama işportada da insanlar ciro yapıyor. Pazarlarda iyi mal satıyorlar. Ama siz hani butik kalitesinde bir ürün sunuyorsunuz, diye. Bu belki bugün bu aşamada doğru. Ama biz şuna inanıyoruz. Biz diyoruz ki, bizim milletimiz en iyisine layıktır. Yani daha kalitesiz bir siyaset ürünü sunmak istemiyoruz. İnsanları aldatmak istemiyoruz. Ya da bugün ne tutarsa o… Yani bugün diyelim ki insanların hani göç konusu var, göçmen konusu var. Ben onu biraz istismar edeyim. Bugün başka konu var. Ben biraz da onu istismar edeyim. Yani biz onlardan değiliz. Biz hiçbir konuda istismar yapmıyoruz. İstismar siyaseti yok bizde. Doğru bildiğimizi konuşuyoruz. Vatandaşlarımızın böyle bir siyasete layık olduğunu düşünüyoruz. Bazen de diyorlar ki bize, ya siz çok Avrupa tarzı bir siyaset mi yapıyorsunuz? Ben de diyorum ki; ya bizim milletimiz Avrupa'da insanlar ortalamada daha mutluysa, refah daha yüksekse daha yüksek refaha ve daha yüksek mutluluğa layıktır diyoruz. Onun için evet biz daha yüksek refah veya daha yüksek mutluluğu hedefleyen bir siyaset. Yok başka coğrafyanın siyasetine meraklıysak, biz halkımızı böyle bir siyasete layık görmüyoruz diyoruz. Duruşumuz çok net, çok açık. Peki soru şu, duruşumuzu gerçekten arzu ettiğimiz gibi geniş kitlelere anlatabildik mi? Geniş kitlere ulaşabildik mi? İnsanlar bizi anladı mı? Yani tanıma demiyorum çünkü tanıyanlar herhalde vatandaşlarımızın nereden baksak %50’si herhalde bir şekilde bir DEVA’yı bir şekilde biliyordur, tanıyordur yani. Yani tanıma mesele değil ama biz nerede duruyoruz? Bu ülke için iddialarımız ne? Bizi doğru tanıyorlar mı? Doğru biliyorlar mı? Ne yaptığımızın farkındalar mı? İşte oralarda daha çok eksiğimiz var. Yani burada tabii belli medya kuruluşlarının tamamen hükümetin tek elinde, hegemonyasında olmasının da etkisi var. Özellikle geniş kitlelere yayın yapan mecralar mesela TRT değil mi? Yani TRT tamamen bu ülkenin vergileriyle finanse edilen bir kuruluş. Yani herkes işte KDV ödüyor. Değil mi? Herkes ÖTV ödüyor. Gidiyorsunuz, bir ekmek alıyorsunuz. Onun içine %1 de olsa bir KDV var. O paradan TRT'ye para gidiyor. Şimdi böyle bir kuruluş, DEVA Partisi kuruldu kurulalı ben bir kere bile davet edilmedim. Benimle ilgili tek bir haber yaptı TRT. O da COVID olduğumda. Hangi duygularla o haberi yaptılar bilmiyorum ama baktım akşam ana haberlerde Ali Babacan COVID oldu haberi. Yani haber o. Tek haber, beş yıldır yani TRT'de benimle ilgili çıkan haber. Şimdi bu adil değil ki. Yani eskiden biliyorsunuz TRT ne yapardı? Bütün liderlere eşit dakikalık programlar yapardı değil mi? TRT'de açık oturumlar, liderler açık oturumlar olurdu. Yani tabii o dönemin hani siyasetine, siyasetçilerin bakıyorum siyaset yapma kalitesine Türkiye yani Avrupa'ya daha kaliteli ürün satıyor ama maalesef siyasette bazen o dönemlerin kalitesini arıyor insan yani. Hani gazetecilikte değil mi, habercilikte, siyasette. Yani bir geçmiş kaliteye özlem var. Yazık bu ülke için. Dolayısıyla geniş kitlelere ulaşacak mecralarla ilgi de sorumluluk var. Mesela Anadolu Ajansı. Yani bizimle ilgili çok nadir haber geçer. Çok nadir. Yani çok üç-beş satırla o da bazen geçer yani. Onun dışında yok. Eskiden Anadolu Ajansı dediğimiz kurum bir referans haber kaynağıydı. Gerçekten tarafsız, objektif her gün yüzlerce haber akışı sağladığın ve her medya kuruluşu da onu sağlam, güvenilir bir referans olarak alıp bunun haberini televizyonlarda, gazetelerde, internet haber sitelerinde görürdük. Ama şu anda öyle değil. Yani şu anda ya çok kısa ya bazı konuları görmeyen çoğu zaman da iktidarın propagandasını yapan bir aygıt haline dönüşmüş durumda. Yazık yani. Bunlar hani devlet kuruluşu olduğu için söylüyorum. Özel sektörde de çok sayıda kuruluş iktidarın korkusuyla ya da iktidarın sağladığı menfaatlerle motive oluyorlar. Yani bazılarını korkutuyorlar. “Bak başına her şey gelebilir. Kendine dikkat et” diyorlar. Mecburen medya patronları boynunu büküyor. “Tamam” diyor. “Kim istiyorsan onu görevlendirelim” diyor. “Vallahi ben karışmıyorum” diyor. Telefonda ağlayanları dinledik değil mi, zamanında. Ya da menfaati var. Yani “Ne olacak ya, burada 500 kişi 100 kişi çalışmış. Onların maaşından ne olacak? Masraf ne ki diyor? Ben başka taraftan bunun fazlasını kazanıyorum iktidar sayesinde” diyor. “Onlar ne yayın istiyorsa ben hay hay yaparım o yayını” diyor. Bazıları da böyle yayınlıyor. E bizim dolayısıyla o tür yayın kuruluşlarıyla maalesef şeyimiz yok yani irtibatımız yok. Yani nereden baksanız medyanın üçte ikisi aşağı yukarı bize tamamen kapalı. Yani dolayısıyla duruşumuzu, bu ülke için hayallerimizi, planlarımızı, hedeflerimizi anlatacak imkanlarımız sınırlı. Bir de dezenformasyon bombardımanıyla bazen karşı karşıya kalınca da iş değişiyor tabii. Yani alıyorlar bazen tamamen yalan, yanlış yayınlar yapıyorlar. Mesela 2023 seçimlerinde defalarca her akşam Altılı Masa görüntüleri dönüyorlar ya. Benimle ilgili döndürdükleri görüntü Pervin Buldan’ın bizim genel merkezi ziyaret etme görüntüsü. “Bak bunlar teröristlerle beraber” Şey o mesaj, açık mesaj ya da subliminal mesaj bu. DEVA Partisi, teröristlerle beraber. Altılı Masa’nın yok masanın altında, yok yedinci ayağı, yok dolabın içinde falan, biliyorsunuz. E şimdi aynı Pervin Hanım Külliye’ye gitti kaç kere? Sayın Erdoğan'la konuşuyor. Yani 2023’te bizim görüntülerimizi olumsuz propaganda olarak yayınlayan iktidar medyası bakıyoruz bugün Külliye’ye gittiği zaman “büyük devlet projesi” oluyor. Büyük işte çözüm, barış, artık terörist Türkiye adına ne dersiniz yani. Bir de bunlarla mücadelemiz var. Zor bir mücadele ama bunlar hiçbirisi bize sürpriz değil. Ya niye böyle ki falan diye böyle bir isyanımız falan da yok açıkçası. Bunun böyle olacağını biz biliyorduk. Gayet de bilerek yol açıkladık. Mücadeleye devam. Yani demokrasi mutlaka mücadeleyle ayakta kalan bir yönetim sistemi. Çok önemli, çok kıymetli. Güçlü bir demokrasi ülkeyi çok güçlendirir ama demokrasiyi güçlü kılmak için demokrasinin savunucularına ihtiyaç var. Çok kırılgan bir şey aynı zamanda, çabuk kırılıyor. Çok kırılgan. Yani onu güçlü kılmak için demokrasiyi savunan insanlara ihtiyaç var. İşte biz de o Türkiye'deki demokrasi savunucularındayız. Türkiye'de demokrasiyi savunan, kendi kapasitesiyle, kendi artık gücüyle orantılı bir şekilde mücadelesini veren çok sayıda basın mensubumuz var. Sivil toplum kuruluşlarımız hâlâ var. İş dünyasında insanlar var. Yani ne kadar çoğunun sesi yeterince gür çıkamıyorsa da yine de bu kaygıyı taşıyan, bunu savunan insanlar var. Zaten demokrasimizde o sayıları az olan ama demokrasiyi savunan insanların çabasıyla ayakta kalacak. Bu günleri aşacağız. Yani bu günler böyle sonsuza kadar devam etmeyecek. Bugünleri aşacağız inşallah.
Sunucu: Ali Bey çok teşekkürler. Benim sorum bu kadar. Sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Ali Babacan: Ben teşekkür ederim. Ben tekrar belki programın sonunda şunu vurgulayayım. Özellikle gençlerimiz için. Yani bu güzel ve büyük ülkeden asla ümitlerini kesmesinler. Yani bu büyük ve güzel ülke hak ettiği noktaya çok hızlı ulaşır. Her şey çok çabuk değişir. Bakıyoruz özellikle şunun için de üzülüyorum. Yani gençlerimiz tabii normal yollarda eğitimde fırsat eşitliği yok. İş hayatında fırsat eşitliği yok. Dolayısıyla bazen kendileri için bir farkındalık ve saygınlık dolu olarak işte bu çeteleşme, işte sokak grupları şunlar bunlar adeta, çok üzülüyor da insan yani. Mesela hani hapse girip çıkmak bir kimlik kazanma, saygınlık kazanma bir şeyi falan gibi. Bunlara da çok üzülüyor insan. Yani gençlerimizin o yollardan değil de yani kendi çabalarıyla, kendi eğitimdeki başarılarıyla, çalışma hayatındaki başarılarıyla kimlik ve saygınlık kazanacağı bir Türkiye'yi bir hedefliyoruz. Ve bu Türkiye olacak inşallah. Çünkü bu ülke, bu devlet o çetelerden ama çok daha güçlü. Sabah sağlam inanın. Dürüst, sağlam, korkusuz bir İçişleri Bakanı göreve getirilir, biter yani. Biter. Ama arkasında da durmanız lazım. Kimsenin etkisi altında kalmamanız lazım. Sizin de kimsenin korkutamaması lazım yani. O da çok önemli. Bütün bunlar birbirine çok hani son şey dediniz. Onun için yani özellikle gençlere buradan seslenmek istedim. Türkiye bu duruma layık değil. Bu durumu aşar. Ama hep beraber gayret ederek, hep beraber çalışarak
Sunucu: Çok teşekkürler efendim.
Ali Babacan: Ben teşekkür ediyorum. Sağ olun. Fatih Bey'e de en samimi sevgilerimi, saygılarımı ve bir an önce güzel haber ümidini de iletmenizi özellikle rica ediyorum.
Sunucu: Çok teşekkür ederim.
Ali Babacan: Sağ olun.